Geçenlerde kitabını okumadığım "Alice Harikalar Diyarında"nın filmini izledim. Diğer Tim Burton filmlerinin aksine çok fazla beğenmesem de hoş vakit geçirdim diyebilirim.
Konusuydu sanırım hoş vakit geçirmemi sağlayan. Farklı bir dünya, hem de bir harikalar diyarı. Mavi tavşan, bilge tırtıl, şapkacı ve diğerleri.. Tam ortasına düştüğünüz bu dünyanın kurtuluşu size bağlı. Yenilmesi imkansız olan kırmızı kraliçenin en iyi savaşçısını yenmeniz lazım. Yenilmesi imkansız olanı yenmek?
Hangisi daha imkansız; harikalar diyarı mı, savaşçıyı yenmek mi? Bence bunun doğru bir cevabı yok. İki cevabın da olumsuz yanları var sadece. Harikalar diyarı imkansız diyorsanız, hayattan beklentiniz de yoktur pek. Akıntıyla beraber gidersiniz, isteyerek veya istemeyerek. Savaşçıyı yenmek ise cevabınız, hayalleriniz, beklentileriniz vardır ama elde edecek gücünüz yoktur.
Daha da genelleştirirsek, imkansız diye bir şey var mıdır? Bence tabii ki vardır, ama görecelidir. Bizi güçlü kılan içimizdeki inancımızdır, özgüvenimizdir. Yani imkansızlar sadece kafamızda, onları yok etme gücü de yüreğimizdedir.
Bu gücü kullanmak için hayal edin ve inanın. Başarılı olamasanız bile güçlü olduğunuzu bilmek, sizi daha da güçlü yapacaktır.
Film içinde en beğendiğim replikle de yazım son bulsun:
"Her gün kahvaltıdan önce tam altı imkansız şeye inanırım."
29 Ekim 2010 Cuma
24 Ekim 2010 Pazar
Yalandan Kim Ölmüş?
Yalan söylemeyen kimse var mıdır acaba? Göreceli bir soru. Çünkü bu yalana nasıl baktığımıza, onu nasıl tanımladığımıza göre değişir. Kimisine göre yalan insanları kandırmaya yönelik söz dizisinden ibarettir. Bana kalırsa sadece yanlış sözler değil, söylenmeyenler, davranışlar ve/hatta davranmayışlar bile bu kavramın içindedir.
Böyle düşününce de yalan her zaman kötü bir şey değilmiş gibi duruyor. Şöyle ki, söylemediklerimiz dışarı etki etmeyecekse bir artısı veya eksisi yok. Hatta çok mutsuzsak ve bir problemimiz yokmuş gibi davranıyorsak herkes daha da mutlu. Ne ala!
Farkedilmesi gereken şu ki, zararsız görünen bu sessiz yalanlar en çok sahibini etkiliyor ve en kötüsü bunu başka kimse bilmiyor. İçimizde büyüyen zararlı birer bitki gibiler. Sustukça onları sulamış oluyoruz, suladıkça hayat verip büyütüyoruz ve sonunda tek başımıza mücadele etmek zorunda kalıyoruz -ki bu başlıktaki gibi kimseyi öldürmese bile inanın hiç kolay değil. Zaten insanın en büyük hesaplaşması kendi içinde. Bu hesabın en büyük düşmanı da yine onlar..
Bir gün uyumadan önce vakit ayırıp da düşünelim. Olduğumuz gibi miyiz yoksa olmamız gerektiği gibi mi? Dürüst müyüz, yalancı mıyız? Olumlu şekilde cevap verebiliyorsak mutlu, olumsuz şekilde cevap verebiliyorsak umutlu olabiliriz. Ancak işin içinden çıkamayıp ne yapacağımızı da bilmiyorsak, vay halimize..
Böyle düşününce de yalan her zaman kötü bir şey değilmiş gibi duruyor. Şöyle ki, söylemediklerimiz dışarı etki etmeyecekse bir artısı veya eksisi yok. Hatta çok mutsuzsak ve bir problemimiz yokmuş gibi davranıyorsak herkes daha da mutlu. Ne ala!
Farkedilmesi gereken şu ki, zararsız görünen bu sessiz yalanlar en çok sahibini etkiliyor ve en kötüsü bunu başka kimse bilmiyor. İçimizde büyüyen zararlı birer bitki gibiler. Sustukça onları sulamış oluyoruz, suladıkça hayat verip büyütüyoruz ve sonunda tek başımıza mücadele etmek zorunda kalıyoruz -ki bu başlıktaki gibi kimseyi öldürmese bile inanın hiç kolay değil. Zaten insanın en büyük hesaplaşması kendi içinde. Bu hesabın en büyük düşmanı da yine onlar..
Bir gün uyumadan önce vakit ayırıp da düşünelim. Olduğumuz gibi miyiz yoksa olmamız gerektiği gibi mi? Dürüst müyüz, yalancı mıyız? Olumlu şekilde cevap verebiliyorsak mutlu, olumsuz şekilde cevap verebiliyorsak umutlu olabiliriz. Ancak işin içinden çıkamayıp ne yapacağımızı da bilmiyorsak, vay halimize..
18 Ekim 2010 Pazartesi
Tozlu Facebook Albümleri

16 Ekim 2010 Cumartesi
Kim Hep Mutlu Olmak İstemez ki?
6. sınıfta, bir Türkçe dersinde öğretmenimiz (o zaman hoca falan yoktu), konu nerden geldiyse "Kim hep mutlu olmak istemez ki?" diye bir soru sormuştu. Belki de soru değildi, soru olmayan sorulardandı işte. Ben anında parmak kaldırmıştım. Şimdi düşününce biraz farklı olmak, biraz da dikkat çekmek için yapmışım sanırım ama her neyse. Söz verdi bana öğretmenim, ben de "Ben istemem, eğer hep mutlu olursam mutlu olmanın bir anlamı kalmaz ki.." dedim koskoca 13 yılın verdiği tecrübeyle. Öğretmenim bana baktı ve "Saçmalama Özgür!" dedi. 13 yılın verdiği ağırbaşlılıkla cevap vermedim hocaya. Sustum.
Verdiğim cevap yanlıştı. Keşke hep mutlu olsak, olabilsek. Kim istemez ki? En azından mutlu ve mutsuz şeklindeki ayrım, mutlu ve çok mutlu diye olurdu. Ne güzel.
Aynı cevapta gerçeklik payı da vardı. Mutlu olduğumuz zamanların değerini mutsuz olduğumuzda anlıyoruz. Hele bir de kısa süreli değilse mutsuzluğumuz, büyük bir özlem duymaya başlıyoruz. Bu da bizi bataklıktan çıkmak için çırpınmak gibi tek bir olaya ve tek bir amaca odaklıyor. Sonuç malum.
Keşke'leri sevmem ama insanın içinden gelmiyor değil. Keşke hep 13 yaşımda kalsaydım. Böyle kendimden büyük sözler etseydim, kimseye zararı olmayan. Hem çocukken çok kolay mutlu olurduk. Bir hediye, bir çizgi film, öğretmenin verdiği iyi bir not bile mutlu etmeye yeterdi bizi. Küçüktü dünyamız, küçük kasabalar gibi. Şirin ve mutlu. O dünya büyüdü bizle beraber ama bizden fazla büyüdü.
Belki de bizden fazla büyüyen duygularımızdı. Dev adamlar var ya, hasta oldukları için 2,5 metre olan adamlar, onlar gibi işte. Sığamadılar içimize, yetemedik onlara.
Peki ne yapmalı? Bilmem. Kelin merhemi olsa.. :9
Verdiğim cevap yanlıştı. Keşke hep mutlu olsak, olabilsek. Kim istemez ki? En azından mutlu ve mutsuz şeklindeki ayrım, mutlu ve çok mutlu diye olurdu. Ne güzel.
Aynı cevapta gerçeklik payı da vardı. Mutlu olduğumuz zamanların değerini mutsuz olduğumuzda anlıyoruz. Hele bir de kısa süreli değilse mutsuzluğumuz, büyük bir özlem duymaya başlıyoruz. Bu da bizi bataklıktan çıkmak için çırpınmak gibi tek bir olaya ve tek bir amaca odaklıyor. Sonuç malum.
Keşke'leri sevmem ama insanın içinden gelmiyor değil. Keşke hep 13 yaşımda kalsaydım. Böyle kendimden büyük sözler etseydim, kimseye zararı olmayan. Hem çocukken çok kolay mutlu olurduk. Bir hediye, bir çizgi film, öğretmenin verdiği iyi bir not bile mutlu etmeye yeterdi bizi. Küçüktü dünyamız, küçük kasabalar gibi. Şirin ve mutlu. O dünya büyüdü bizle beraber ama bizden fazla büyüdü.
Belki de bizden fazla büyüyen duygularımızdı. Dev adamlar var ya, hasta oldukları için 2,5 metre olan adamlar, onlar gibi işte. Sığamadılar içimize, yetemedik onlara.
Peki ne yapmalı? Bilmem. Kelin merhemi olsa.. :9
10 Ekim 2010 Pazar
Yağ'mur

6 Ekim 2010 Çarşamba
Züğürt Ağa'dan Bir Sahne
Züğürt Ağa. En sevdiğim Türk filmlerinin başında geliyor. Bir ağanın köyden şehre göçüp, bu hayata alışma sürecini anlatıyor. Bunun yanında da sevgisi için katlandığı zorlukları, feda ettiklerini Şener Şen'in oyunculuğuyla birleştirip ekran başına kilitliyor insanı.
Bu paylaştığım sahne -bana göre tabii ki- Türk sinema tarihinin en iyi 2-3 sahnesinden biridir. Neden mi?
Şener Şen her "dumatis" dediğinde, paylaştığı tüm duyguları hissedebiliyorum. Köyünün ağası ama büyük şehir onu zerzevatçılığa layık görmüş. Domatesleri satmak için bağırması gerekiyor ancak insanları rahatsız etmekten korkuyor. O bir kez "dumatis" deyip yukarı doğru baktığında, ben aynı anda ürkeklik, kibarlık, merak, istek duygularını ve en önemlisi "gururu" hissedebiliyorum. Tabii ki alışıyor o da, uyum sağlıyor. Sesinin yükselmesi ve kahyasına attığı "Başarıyoruz!" bakışı ise anlık bir zafer sadece. Çünkü uyum sağlasa da oraya ait olmadığı bir şekilde ortaya çıkıyor.
Bir de filmin sonunda sattığı çiğ köfteleri bitiren ve boş tepsiyle hayatla dalga geçer gibi yürüyen bir Şener Şen sahnesi var. Belki bir gün onu da isteyerek ve hissederek paylaşabilirim. :9
1 Ekim 2010 Cuma
Geçici Ruh Hali
Tutuğum bu aralar, suskunum. Neşesiz, somurtkan. Öfkeli bazen. Sebebini bilmiyorum ya da bilmek işime gelmiyor. Çünkü bilirsem, omzumdaki bu yükü resmen kabullenmiş olacağımı biliyorum. Ya da ellerimdeki kelepçeyi, ayaklarımdaki prangayı ilk defa farketmiş olacağım.
Küçükken amcamla boğuşurduk. Küçükken dediğim 9-10 yaşlarındayım. Bir iki hamle yapmama izin verdikten sonra beni hareket edemez hale getirir, "pes" dersem kurtulacağımı söylerdi. Hiçbir şansım olmamasına rağmen pes demezdim ve "kaplan kafesi" ismini verdiği durumdan kurtulmaya çalışırdım. Onun da istediği buydu aslında, biraz daha uğraşmamı bekleyip bırakırdı beni.
Bugünlerde o halim aklıma geliyor. Pes etmiyorum inatla, edersem bütün büyüsü gidecek, 9-10 yaşında pes demeden harcadığım tüm emekleri silip atmış olacağım. Ve sonunda edilgen bir hayatı seçmiş olacağım.
İşte bu böyle olmayacak, en azından olmamalı. Bunun farkındayım ve farkındalık iyi bir başlangıç olabilir.
Küçükken amcamla boğuşurduk. Küçükken dediğim 9-10 yaşlarındayım. Bir iki hamle yapmama izin verdikten sonra beni hareket edemez hale getirir, "pes" dersem kurtulacağımı söylerdi. Hiçbir şansım olmamasına rağmen pes demezdim ve "kaplan kafesi" ismini verdiği durumdan kurtulmaya çalışırdım. Onun da istediği buydu aslında, biraz daha uğraşmamı bekleyip bırakırdı beni.
Bugünlerde o halim aklıma geliyor. Pes etmiyorum inatla, edersem bütün büyüsü gidecek, 9-10 yaşında pes demeden harcadığım tüm emekleri silip atmış olacağım. Ve sonunda edilgen bir hayatı seçmiş olacağım.
İşte bu böyle olmayacak, en azından olmamalı. Bunun farkındayım ve farkındalık iyi bir başlangıç olabilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)