25 Aralık 2011 Pazar

Güneydoğu Anı-Gezi Yazıları - 4

4. Gün - Hasankeyf. Midyat, Mardin

Günler ilerledikçe erken uyanma planları tutmamaya başladı. Diyarbakır'dan 06.30'da çıkmayı planlarken 07.30'da anca çıkabildik.


Rotamızda ilk önce Hasankeyf vardı. Gezmek görmek güzel ama bu gibi yerlerin yok olacağını bilmek insanın içini burkuyor. Mükemmel bir doğa manzarası ancak Ilısu Barajı'nın yapılmasıyla su 30-40 metre yükselecek ve bu antik şehri yok edecek. Geçen sene şehrin içinde bir kaya parçası kopmuş ve bir insan ölmüş. O nedenle mağaraların içine giremedik ama en tepeden görülebilecek her yeri gördük, yörenin çocukları da güzel Türkçeleriyle bize yardımcı oldular. Sıcakkanlılıkları yüzümüzü gülümsetti ki verdiğimiz bahşişi kabul etmeyişleri bunun göstergesiydi. Dicle kıyısında biraz daha vakit geçirdikten sonra yola çıkmamız gerektiğini farkettik, arabımıza bindik ve Midyat'a doğru yola koyulduk.


Midyat takı cenneti.. Telkare denilen oraya özel işlemeli gümüşleri var. Kızları çarşıda bıraktık, biz erkekler gezmeye devam ettik. Tarihi evleri gördük, Süryani şarabı tattık ve aldık. Döndüğümüzde kızlar hala takı bakmaya devam ediyorlardı. Onları alıp Mardin'e doğru yola çıktık.





Mardin'e vardığımızda saat 14.00 olmuştu, havanın aydınlık kalma süresini düşünürsek geç kalmıştık. Çünkü Mardin üç saatte bitecek bir şehir değildi. Yine de yemek her şeyden önce geliyordu. Önceden aldığımız bilgilere göre mahalli yemekleri en güzel şekilde yiyebileceğimiz bir lokantaya girdik, Mardin'e has yemeklerin hepsinden tattık. Karışık tabakta gelen yemekleri bitirdikten sonra en beğendiklermizden birer porsiyon daha söyleyerek yemeğin yine hakkını verdik. Halep tava, güveç günün yıldızları olmak üzere kaburga dolması, ırok, sembüzek de Mardin'in güzel yemekleri arasındaydı. Maalesef yemek fotoğrafları yien bulunamamaktadır. :9 

Yemeğin ardından hızlı şekilde maksimum verimle o eşsiz mimari yapıların içlerini ve ara sokaklarını gezdik, inceledik. Girdiğimiz bir handa oturup Menengiç kahvemizi içtik, soluklandık. Akşam olunca ne yapsak diye düşünürken bünyemiz sıra gecesine alışmış olacak ki hadi sıra gecesine dedik, kendimizi masaya oturmuş sıra gecesi ekibini beklerken bulduk. Kazancı Bedih'in ekibinden müzisyenlerin de içlerinde bulunduğu ekip çok başarılıydı.





Gecenin bitmesine 10-15 dakika kala kalacağımız yere doğru yola çıktık. Kalacağımız yer biraz! bakımsızdı ama o derecede uygundu. Sonuç olarak hijyen ile eğlencenin ters orantılı olduğu bir gece geçirdik. Az hijyen, bol eğlence. Dokuz kişi aynı odada kalmanın da bunda etkisi var tabii ki.

13 Aralık 2011 Salı

Güneydoğu Anı-Gezi Yazıları - 3

3. Gün - Diyarbakır

Aslında bizim ilk planımız sıra gecesinden sonra Nemrut'ta gün doğumunu izlemek için gece yola çıkmaktı. Ancak Nemrut'un karla kaplı olduğunu ve gidilemeyecek kadar soğuk olduğunu öğrenince plan değiştirdik. Şanlıurfa'dan sabah yola çıkıp Atatürk Barajı'na gittik. Hep kitaplarda gördüğümüz Türkiye'nin en büyük barajını bu kez canlı olarak gördük. Barajdaki kanalları su parklarındaki kaydıraklara benzettikten ve bu seviyede birkaç espri daha yaptıktan sonra Diyarbakır'a doğru yola çıktık.


Diyarbakır'a doğru yola çıkarken hafta sonu Nevruz'un kutlanacak olması ve dolayısıyla olay çıkma ihtimali nedeniyle az da olsa tedirgindik. Şehre girmeden bizi Nevruz afişleri karşıladı, yüz metrede bir vardı aşağı yukarı. Gergin bir ortama doğru gidiyorduk sanki. Ancak şehre girdiğimizden itibaren bu önyargı uçtu gitti. Sıcakkanlı insanların yan yana yürüyüp, birbirine yardım ettiği bir şehir Diyarbakır. Bunu içerden görerek rahatça söyleyebiliyorum. Televizyonda sıkça izlediğimiz haberlere anlam vermek mümkün değil.

Kahvaltıyı Atatürk Barajı'nın oradaki bir pidecide yaptığımızdan dolayı eşyalarımızı otele bırakıp hemen şehri gezmeye başladık. Keldani Kilisesi, Ulucami, Mardin Kapı, Urfa Kapı gibi eserleri gördükten sonra (Meryem Ana Kilisesi'ni dakikalarla kaçırdık) asıl eserler olan yemeklere geldi sıra. Öğle yemeği olarak ara sokaktaki bir kebapçıda hepsi birbirinden leziz olan lahmacun, ciğer ve kebaplardan yedik.


Biraz daha gezdikten sonra akşam daha dinç olabilmek için otelde bir saat uyumayı tercih ettik. Akşam yemeğinde ciğer şiş ve sac kavurma yedik. Yediğimiz en güzel yemeklerden biriydi. Yemeğin ardından grubumuza İstanbul'dan gelen dört kişi daha katıldı ve toplamda on dört kişi olduk.

Diyarbakır'a gelip kadayıf yemeden geri dönmenin gezinin temel amacına aykırı olduğu konusunda fikir birliğine vardık ve gece saat 23.30'da Kadayıfçı Levent Usta'ya gittik. Fıstık konusunda gayet cömert olan, insanın o dolu mideye rağmen tabaktaki son fıstığa kadar yemek istediği bir kadayıf yedik. (Kavurmalı, kadayıflı fotoğrafları bulamadım :/) Midemiz dolu, ruhumuz mutlu bir şekilde otelimize geri döndük. Yorgun ve uykusuz olmamıza rağmen, ertesi gün saat 06.00'da uyanacak olmamıza rağmen saat 03.00'e kadar odada muhabbet ettik. Bu muhabbet esnasında geziye bu gece katılan Derya ve Onur’dan mutlu bir haber ve bu haberin perde arkasında yaşananları da öğrendik. (Bkz: Bodrum Düğün Fotoları :9)

Mutlu olayların ve mutlu haberlerin olduğu bir gündü yine. Mutluluklar sonsuza kadar sürsün, hem arkadaşlarım için hem de kardeşliğin şehri Diyarbakır için.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Güneydoğu Anı-Gezi Yazıları - 2

2. Gün - Şanlıurfa

Sabah mı gece mi hala karar veremediğim bir saat olan 04.00'te uyanıp 05.00'te Hatay'dan Gaziantep'e doğru yola çıktık. Orada bizi gezinin kalanında bizimle olacak servis şoförümüz Vakkas Abi bekliyordu. Gaziantep'e varır varmaz Şanlıurfa'ya aktarma yaptık. Dönüş uçağımız burdan olduğu için burayı gezmeyi son güne bıraktık.

Şanlıurfa'da bizi uzaktan bir tanıdığımız bekliyordu. Gider gitmez evlerinde kahvaltı ettik, mırra içtik, üstüne bir de Hacı Amca ve Teyze'nin ısrarı üzerine çiftetelli oynadık. Oradan Harran Ovası'na doğru yola çıktık. Harran şehre yarım saat mesafede. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan burada üniversiteyi ve evleri gördük. Dönüş yolunda ise sıra gecesi şarkıları dinleyerek kendimizi akşama hazırlıyorduk.


Hz. Eyüp türbesini görüp, şifalı sudan içtikten sonra Şanlıurfa'nın en meşhur turistik yeri olan Balıklı Göl'e geldi sıra. Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı sırada ateşin suya, odunları balığa dönüştüğü bu mistik yer gerek tarihiyle gerek görselliğiyle büyüleyici bir yer. Elli kuruşa aldığınız bir kase yemi suya attığınızda, balıkların birbirine sürtünmesinden dolayı gıcır gıcır bir ses duyabilirsiniz.


Balıklı Göl'ün ardından hemen bitişiğindeki çarşıda aldık soluğu. Burada isot ve isottan yapılma bir sürü şey tattık ve aldık. Aramızda kutu kutu pekmez alanlar da vardı. Alınırken tadılan pekmezler işe yaramış olacak ki çarşının hemen ardından Kale'ye çıktık. Şehri oradan izledikten sonra inip yavaş yavaş sıra gecesine doğru yürümeye başladık.



Sıra gecesi ekibi ağır ve bilmediğimiz şarkı/türkülerle başladı. Biz bu sırada yemeklerimizle meşguldük, ekibi alkışlamayı da ihmal etmiyorduk tabii ki. Şarkıların hareketlenmesiyle biz de hareketlendik. Öyle ki halay bitiminde nefes nefese kaldığımızdan dolayı tatlılarımıza sadece uzaktan bakabildik. Ekibin önünde çiğ köfte yoğruldu, masalara dağıtıldı. Yavaş yavaş gece son buldu.


Sıra gecesinden sonra bir kez daha Balıklı Göl'e gittik, bir de gece ışıklandırmasıyla gördük. Sohbete dalıp vaktin akıp gittiğini farkedemedik tabii. Geç olunca da otele para vermek yerine serviste uyumayı tercih ettik, etmez olaydık. Oturarak uyumanın pek de rahat bir şey olmadığını tecrübe etmiş olduk. Otomatik açılan kapı, horlama sesleri, camları buhar yapan karbondioksit gecenin en akılda kalıcı öğeleriydi. Ama eğlenceliydi.

Şanlıurfa'da geçen bu güzel gün için Hacı Amca ve Teyze, Bedih Abi ve Ali Abi'ye ayrıca çok teşekkürler..

Not: Sıra gecesiyle ilgili herhangi bir kamera kaydı görürseniz inanmayın, montajdır!

27 Kasım 2011 Pazar

Güneydoğu Anı-Gezi Yazıları

Yer Sabiha Gökçen Havalimanı. On arkadaş heyecanla uzun zamandır hayalini kurduğumuz Güneydoğu gezisine başlamak üzereyiz. Gezimiz Çarşamba "sabahın körü" uçağıyla Hatay'dan başlıyor, ertesi günler Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Gaziantep diye devam ediyor. Gezinin iki amacı var. Birincisi, ülkemizin eşsiz güzelliklerini görmek. İkincisi ve benim için en önemli olanı "yemekler". Düşünmesi bile heyecan verici...


1.Gün - Hatay

Hatay'a geldiğimizde hava çok güzeldi. Karlı YBK haftası sonrası doğa ana bizden özür diliyor gibiydi. Öncelikle kahvaltı etmeliydik ancak yöresel kahvaltı edebileceğimiz bir yer bulamadık. Biz de kendimiz yaratalım dedik, Hatay'ın meşhur peynirlerinden birkaç çeşit aldık. Aynı şekilde fırından, pastaneden ne bulduysak alıp çay bahçesine doğru yola koyulduk.


 Güzel bir kahvaltıdan sonra Meclis Binası'nı ve Saint Pierre Kilisesi'ni gezdik. Meclis Binası güzeldi ancak taş yığınından ibaret olan kilise bizi görsel olarak pek tatmin etmedi. Kilisenin en güzel yanı artık reklamlara bile konu olan tarih bilgilerini bizimle paylaşıp bahşiş bekleyen yörenin çocuklarıydı. Bilgi dağarcıkları ve konuşma akıcılıkları etkileyiciydi.


Oradan Titus Tüneli'nin bulunduğu Samandağ'a geçtik. Bol bol yürüyüp fotoğraf çektik. Deniz kenarında olması da ayrı güzeldi. Ayaklarımızı suya sokup az da olsa yorgunluğumuzu attık.


 Ve günün en önemli kısmı: Yemek zamanı! Yemek yemek için Harbiye'ye çıktık. Harbiye, içinde şelale olan ve yemek yiyip bir şeyler içebileceğiniz bir semt Hatay'da. Aldığımız tavsiyeler üzerine (tabii ki gelmeden önce sorduk soruşturduk :9) Kervan Lokantası'na girdik. Meze ve yemekler güzeldi. Ama tabii ki assolist künefeydi. Gelmesini beklemek bile ayrı güzeldi. Tadınca İstanbul'da yediklerimizin aslında künefe olmadığını anladık. Peyniri, şerbeti, fıstığı.. Hepsi farklı. Künefeyi yemeye başladığınız anla bitirdiğiniz an arasında sürede farklı bir dünyaya geçiyorsunuz. O nedenle fotoğrafını çekmeyi de unutmuşuz sanırım.


Yemek sonrasında şelale kenarında oturup bir şeyler içtik. Ancak kafamızda şu soru vardı. Hatay'a gelip sadece bir porsiyon mu künefe yiyecektik? Aklımıza başımıza toplayıp hemen künefeciye gittik. Birer porsiyon (bazılarımız iki) daha yedik. Artık mutluyduk, uyuyabilirdik. Uygun, temiz bir otel bulup yeni gün için uykuya daldık.

18 Kasım 2011 Cuma

Minibüs Direksiyonları

Eski minibüs direksiyonları hep biraz yamuktur. Şoföre yakın bir yerde ayaktaysam hep o yamuk direksiyondadır gözüm. Her defasında acaba gözüm mü yanılıyor diye düşünürüm. Direksiyon düz hale gelir, bende bir heyecan.. Düz mü gidecek, kaldırıma doğru mu çekecek? Düz mü sağ mı? Bir saniye, iki saniye.. Üçüncü saniyede şoför avcunun içinde tuttuğu direksiyonu sola yönelttiği anda, hayal kırıklığı. Niye hayal kırıklığı onu bilmiyorum işte. Sağa çektiğini bildiğim için düz gitsin istiyorum herhalde ve her defasında "yine olmadı" diyorum içimden. Yarın yine denerim, yine olmaz muhtemelen..

10 Kasım 2011 Perşembe

Atam Sen Rahat Uyu

Marşlar güzel anlatır. Söylemek istediğimiz bir çok şeyi özetler. İçindeki duygu yoğunluğu -tabii hissedebilene- tüylerimizi diken diken yapar. 10 Kasım'da Atamızı sevdiğim bu marşla anıyorum ben, sözlerine bakınca tam da istediği gibi aslında, mirasını koruyarak, O'nun izinde. Rahat uyu.

1 Kasım 2011 Salı

Günaydın

"Günaydın" yalnızca güneşin doğuşu olmasın, sadece sabah söylenmesin istiyorum. Bu sözü yeni günün sarı ışıkları altına sıkıştırmak içime sinmiyor hiç. Günden güne kararan günlerimiz, aydınlıktan yoksun insanlarımız var zaten. Aydınlık içinde olmanın yaratacağı farkındalıktan yoksun geçiyor günler. Bunu değiştirmek için elimizden hiçbir şey gelmese bile, o insanlara "Günaydın!" diyebiliriz. Sadece sabahleyin değil tabii ki, akşam, gece, günün her anında. Onlar şaşırdıkça birkaç şimşek çakar belki, kısa bir süre için bile olsa aydınlatır o karanlık günleri. Aydınlık günlere..

18 Ekim 2011 Salı

Bir Dünya

Her gün kaç kişinin yanından geçiyorsunuz, saydınız mı? Sabah evden çıktınız, minibüse bindiniz, okula veya işe gittiniz, akşam dışarıda arkadaşlarınızla dolaştınız. Bu esnada etraftan kaç kişi ile gözgöze geldiniz? Kaç kişi normal konuşma tonu ile size sesini duyurabilecek mesafeye geldi?

Acaba kimdi onlar?

İyi biri miydi, kötü biri miydi? Arkadaşınız olsa onu sever miydiniz ya da arkadaş olabilir miydiniz? Belki çok benziyordunuz birbirinize ya da benzemiyordunuz ama tamamlıyordunuz birbirinizi tam anlamıyla. Belki hayatınızı değiştirecekti iskelede vapura binen güzel kadın. Belki en kötü gününüzde sizi yalnız bırakmayacaktı önünüzden geçen otobüste ayakta duran ve gözgöze geldiğiniz adam.

Kısmet değilmiş, spermle yumurtanın birleştiği vakit belli olmuş belki de kim olacağınız, kimle olacağınız, aileniz, sosyal yaşantınız, bunlara bağlı olarak kafa yapınız bile.. Adil mi değil mi tartışılır, olagelen bu sonuçta. Kalabalık içinde yürürken tüm o tanımadığınız kişilerin aslında "yaşınız+dokuz ay" öncesinde potansiyel birer yakınınız olduğunu düşünün. Kulağa garip geliyor, evet, ama daha bir benimsiyorsunuz, yakın hissediyorsunuz insanları. Daha çok seviyorsunuz vapura binen kadını veya otobüsteki adamı.

8 Ekim 2011 Cumartesi

66. Sone

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William Shakespeare (Çeviren: Can Yücel)


2 Ekim 2011 Pazar

Geç Olmuş

Geçmiş birikir.

Ne kadar yer değiştirdiğimiz mi önemli yoksa ne kadar yol katettiğimiz mi? Yol üzerindeki yaşanmışlıklar ne kadar etkiler şu anda olduğumuz yerdeki bizi?

İki tür yaşanmışlık var:

Biri özlenen. Zaman geçse de hep eskisi gibi olsun istenen içten içe. Yanlış bir yol üzerinde yaşanmış olsa bile buna aldırmadan sizi yüzünüzde sıcak bir tebessümle şimdiden uzaklaştıran anılar bunlar.

İkincisi ise olgunlaştıran. Genelde üzen, ders veren anılar. Düşününce özlenen anılardan daha yararlı. Bunları tecrübe ettikçe artan mantık olgusu, dünya görüşünüzü yere daha sağlam basar hale getirir gitgide.

Ama ne var ki dışarıdan bakınca, uzaktan bir resme baktığınızı düşünün, ikinci tip anılar dışarıdan pek güzel durmuyor. Hani tadını sevmediğiniz ne yemek varsa aslında çok sağlıklıdır ya, işte o misal!

Sonuç olarak her şey göründüğü gibi değil bazen. Görünenle olan arasındaki fark, hissedilenle farkedilen arasında da olabilir pek tabii. Hele bir de önyargı yok mu.. Başta da dedim ya, geçmiş birikir. Halbuki geçmiş gitmiş.. Geç olmuş. İyi geceler.

15 Eylül 2011 Perşembe

İsterken, İstemeden, İster İstemez

Ormanda yırtıcı bir hayvanla karşı karşıya geldiğinizi düşünün. Yakaladı mı affetmeyen cinsten. Kana, ete, cana, duyguya susamış. Ölmek istemiyorsunuz.

Hareketsiz durursanız sizi av olarak görmeyecek.
Koşmaya başlarsanız onun için hedef olacaksınız.

Eğer durursanız saniye saniye size daha çok yaklaşacak.
Koşarsanız o da arkanızdan koşmaya başlayacak.

Durursanız nefesini teninizde hissedeceksiniz.
Koşarsanız nefesini sadece ensenizde hissedeceksiniz.

Durursanız yaşayacaksınız.
Koşarsanız öleceksiniz.

Ama bunun farkında değilsiniz.
Özgürlüğünüz için, mutluluğunuz için koşuyorsunuz.
Aslında sadece öyle sanıyorsunuz.

Siz çabaladıkça ölüme gidiyorsunuz.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Zafer Bayramı'mız Kutlu Olsun!

Lisede boş dersler, boş günler olurdu. Kimi okuldan çıkmaya çalışırdı, kimi kantinde sohbet ederdi. Bazıları da kaçıncı defa olduğunu hatırlamadan ya Kurtuluş ya Cumhuriyet serisini izlerdi.

Adnan Dinçer Salonu'na girip ilk dersten son derse kadar o mükemmel serileri izlerdik, evet. (Hatta o kadar çok izledik ki hangisi Kurtuluş hangisi Cumhuriyet hala karıştırırım.) Ve her defasında salondan çıktığımızda bu destansı zaferin coşkusunu yaşarken, o zamanla şimdiyi karşılaştırırdım. Ülkemiz uğruna, vatanımız uğruna feda edeceklerimizi düşünürdüm. Ordu-millet kavramını düşünürdüm. Bir kez daha ülkemin, bayrağımın en büyük savunucusunun kendim olduğunu düşünürdüm, bu ülkenin her genci gibi.

Şimdi ise ülkem üstünde oynanan oyunları düşünüyorum. Ordumuz üstünde oynanan oyunları düşünüyorum. Ama içim rahat. En kötü senaryoyu bile getirsek aklımıza, Kurtuluş serisini izleyen biri için, sadece kalpte duyulan o coşku bile gerek fiziki gerek ideolojik düşmanlarımızı alt etmeye yeter. En fazla yapacakları bize bir zafer daha kazandırmak olur.

Zafer Bayramı'mız bir kez daha kutlu olsun, en sevdiğim marşlardan biri eşliğinde.


20 Ağustos 2011 Cumartesi

Üniversite vs Lise


Karşılaştırma yapmak pek mantıklı olmasa da neden mantıklı olmadığını yine ikisini karşılaştırarak görmek daha kolay sanki.

Liseye girdiğimiz zaman çocuğuzdur henüz, saf bakarız dünyaya. Üniversitede ise yeni bir dünyaya girmenin bilincinde daha güvenli adımlar atarız. Bu yüzden lisedeki o tam aidiyet duygusunu üniversitede yaşamak imkansız olmasa da çok zordur.

Üniversitesine göre değişir ama üniversitede belli bir sınıfınız yoktur. Daha çok kişiyle daha az zaman geçirmiş olursunuz ilk zamanlarda. Lisede ise sınıfınız bellidir. her gün okula gittiğinizde kimi göreceğiniz, kiminle yanyana oturacağınız bellidir. Savunma kalkanlarını indirmenin bir başka nedeni daha.

Ergenlik dönemi denen bir dönem var. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş. bunu kimin kimlerin yanında yaşıyorsanız, bu zor ve komik zamanda kim yanınızdaysa o kişiler hayatınız boyunca yanınızda olsun istersiniz. Bu dönem ergenliğe zamanında girmiş birini ele alırsak liseye denk geliyor. :9

Hep lise daha güzelmiş gibi oldu. Düşününce ne istediğini biliyor olmak, kendi başına karar veriyor olabilmek de çok güzel bir şey. Üniversitede özgürlük daha çok kazanıldığından daha bir özgüvenli olur kişi. Hele bir de şehir dışında tek başına yaşanacaksa hayat yeniden başlıyor demek bu. Kendi ayakları üzerinde durmak, maddi durumu iyi olsa bile fatura sıkıntısı vs yaşamak bu zamanın güzellikleri bence.

Lisede kafana yatkın kişilerle birlikte olursun hep ya da gidilen lise bir şekilde maddi durumuna, siyasi düşüncene veya kafanın ne kadar çalıştığına göre sınıf sınıf ayrılabilir. Üniversite öyle değildir. Her kafadan her sınıftan insan vardır, dünyayı çok daha açık ve net şekilde görürsün. Farklı düşüncelerin aslında çok da korkunç olmadığını anlarsın.

Bu böyle uzar gider.. İki süreç de yaşanması gereken, yaşadıktan sonra keşke bu kafayla bir fırsatım daha olsa denilen zamanlar. İkisini de en verimli, en unutulmayacak şekilde yaşamalı. Zaman zaman hayıflanmak yerine pişman olmak tercih edilmeli.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Deniz Seki'nin İkinci Albümü :9

Yaklaşık 10 sene önce Şile'den yazlık aldığımızda arabada Deniz Seki'nin ikinci albümü vardı. Kesintisiz 5-6 sene her hafta sonu, bir saat gidiş, bir saat dönüş yolculuğunda hep bu kaset çaldı. Ne radyo çaldı ne başka bir kaset. Aynı sırayla aynı şarkılar. Eğer o kaset esrarengiz şekilde kaybolmamış olsaydı, şu anda hala arabada o çalıyor olabilirdi. Ben de hala bir şarkının bitişinden hangi şarkının başlayacağını anlayıp, Deniz Seki'den önce şarkıya başlıyor olurdum.

Aşağıdaki linkte bahsettiğim ve yüksek ihtimalle hatırlayacağınız albümü bulabilirsiniz. İyi dinlemeler. :)

21 Temmuz 2011 Perşembe

İkiyüzlülük

Yerine göre davranmakla ikiyüzlülük arasında ince, hayır aslında, kalın bir çizgi var. Ama bu kalın çizgiyi dahi farkedemeyen insanlar var. Farklı kişiliklerle hem kendine hem başkalarına iyilik yaptığını sanan, kimi iyi niyetli kimi kötü niyetli insanlar bunlar. Ancak zararla oturduktan sonra anlayacaklardır yanlışlarını, belki de anlamak istemeyecek kadar kibirlidirler, kim bilir.. Ve zaman en büyük düşmanıdır riyakarların, eninde sonunda ortaya çıkar o kimselerin görünmeyen ikinci yüzü.


18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kısmet'siz Hayat

Kaderci bir toplumuz. "Kısmet", "nasip", "kader" kelimelerini ne kadar çok kullanıyoruz farkında mısınız? Bir de atasözlerimize bakın: "Su akar yolunu bulur.", "Her şey olacağına varır.", "Her şerde bir hayır vardır." diye devam ediyor. Oh ne rahat! Biz öylece duruyoruz, hayat akıyor kendi kendine. Bizim bir şey yapmamıza gerek yok. Armut piş, ağzıma düş. Pişmezse de olacağı varmış deyip kabullen. Ne ala!

İnsan, "kısmet", "nasip" türevi kelimeleri kullandığı derecede aciz bence. Lafın gelişi veya esprili bir şekilde söylenmesi kabul, hatta bir açıdan da komik ama hayatın akışının değişmeyeceğini düşünmek, buna razı olmak asla kabul edilemez.

Günümüzde fiziksel engeller gitgide küçülmekte, her şey kafada bitmekte. Hastalıklar düşünce ile iyileştiriliyor artık, savaşlar beden bedene veya bombalarla değil düşüncelerle yapılıyor. Soyutu bu kadar gerçek kılabiliyorken, elimizdeki bu gücü kullanmamak, insan olarak sahip olduklarımıza karşı bir ihanet belki de. Her zaman şans yaver gitmez tabii ama bu konuda kararlı ve inatçı olmalı insan, kendine olan güvenden şaşmamalı hiçbir zaman.

Resme daha geniş bir çerçeveden bakınca görmek hiç de zor değil aslında. Çünkü resmin tam dibinde, bir anlamda hayatın içinde, olduğumuz için tümüne hakim olabileceğimizi unutuyoruz. Bir ufak kıvılcıma bakıyor her şey. Kafamızda beliren bir küçük parlama sadece.. Dünyayı değiştirmese bile, hayatınızı veya hayatları değiştirebilir, sizi çok farklı kılabilir sıradan "kısmetçi" insanlardan..

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Süreksiz Gri

Hayatı gri yaşamak çok mantıklı. Kimi zaman koyu griye, kimi zaman da beyaza yakın bir griye bürünerek yola devam etmek mümkün. Ama öyle anlar gelir ki karar vermek gerekir. İlla siyahla beyaz olmak zorunda değil, sadece griyi seçmek ya da seçmemek de bir karar. Ve karar vermek demek bir şeyleri feda etmek demek. Karar vermekten, feda etmekten ne kadar korkulursa o kadar da kötüye gider durum. Yapıcı olmak, değer vermek, uğurda didinmek önemli ancak tüm bu çabalar boşa ise kangren kolu kesip tüm vücudu kurtarmak da yanlış bir düşünce değil bazen. Kötüyü sarıp sarmalayıp gizlemektense; def etmek, hayata daha temiz daha duru devam etmek çok daha doğru bazen.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Şimdi Reklamlar!

Herkes reklam yapmayı sever ancak yaparken çekici olmakla itici olmak arasında çok ince bir çizgi var. En güzeli reklam yapma çabasına girmemek. Alçak gönüllü duruş en güzel karakter örneği zaten ve insanlar tarafından o şekilde tanınmak da en büyük reklam aslında.

Düşünerek hareket etmek olayın püf noktası. Her ne kadar "Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün.." mantığıyla hareket etse de kimseler, dışarıya doğru yapılan her eylem, dışarıdakiler tarafından algılansın diye yapılır ve o kişilerin algıladığı gibidir. Örneğin insanların içinde olan spotları üstünde tutma isteği -ki bu bazı insanlarda üst seviyede oluyor- kimsenin kabul edip hoş göreceği bir durum değil. Bu isteğin sonucu olarak sahte spotların altında sadece yüze gülen arkadaşların olduğu yalnız bir dünya oluşuyor. Tabii bunun farkına varabilmek de en önemli adım.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Teşekkürler :9

Hayat sevdiklerimizle güzel. Sevdiklerimizin yanımızda olduğunu bilmek güzel. Bizi merak eden, önemseyen insanların varlığını bilmek güzel. Onları düşünürken yüzümüzde tebessüm oluşması güzel. Sevmek güzel, sevilmek güzel. Onlar tarafından hatırlanmak çok güzel. Herkese teşekkürler :9.

12 Haziran 2011 Pazar

Para, Dost, Zaman

Para ve dost.. Birbirinden çok farklı, zıt kavramlar. Parayla dostluk kurulmaz, dostların arasında paranın lafı olmaz. Ancak bir ortak yönleri var: İkisi de çok zor kazanılıyorlar ve çok kolay şekilde kaybedilebiliyorlar. Üniversite bitirmiş binlerce işsiz vatandaşla, çevresi çok geniş olup da pek gerçek dostu olmayan bir bireyi ele alırsak bu benzerliği daha belirgin şekilde görebiliriz. Bu durumlar ağırlıkla dış kaynaklı oluyor. Gerek politika, gerek çevre şartları, hatta şans faktörü bile bunda etkili. Ancak iç faktörler de hiç yok değil. Değer vermek ve kıymet bilmek, bir insanın zor elde ettiği şeyleri kolay şekilde kaybetmesini engeller. Bu düşünce ve niyetle, ne para boşa savrulur ne de kazanılan dostluklar hiç uğruna harcanır.

Bir de zaman var bu iki kavramın da çok aşina olduğu. İkisi de zaman içinde değişir, nereye gideceği sizin elinizdedir, elinizde olmalıdır. Bilerek, düşünerek hareket eden, değer veren, kıymet bilen insan, kendini zamana bırakarak savrulan değil, zamanı kendi lehine kullanabilen kişi haline gelir. O kişi bu iki alakasız kavramdan birini cebinde birini kalbinde ve yanında yıllarca taşıyabilir.

2 Haziran 2011 Perşembe

Kandil Simidi

Hayattaki en büyük korkularımdan biri, kandil simidi paketinin içinden susamlı simit çıkmama olasılığıdır. Paketin açılma anına kadar heyecan, adrenalin üst safhada. Sonra ise mutluluk veya hayal kırıklığı. Kandil simitleri ne kadar da hayata benziyormuş değil mi? :9

Susamlı simitleriniz bol olsun, kandiliniz mübarek olsun. :9

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Sınırlı Etkileşim

Kişilere onların geldiğinden bir adım fazla gitmek her zaman iyi değil aslında. Çünkü artık yaklaşmak değil uzak durmak daha çekici geliyor bazı insanlara. Belki gizeminden, belki de ağırlığından dolayı. Kaçan kovalanıyor bir nevi.

Ancak sıcakkanlı insanlar için bunu yapmak zor olsa gerek. Alışkanlıktır çünkü; fazla söz söylemek, birlikte vakit geçirmeyi istemek. İyi niyeti ifade etmeye çalışmaktan ziyade istemsiz olarak o şekilde davranır sıcakkanlı insan. Ama bunu yaparken yüzünü eskitmemeli asla, tutmalı kendini. Sorun onda değil ama uyum sağlamayı da bilmeli.

Var olmayan her zaman daha değerli. Yok olmak değilse de çözüm, mesafeyi korumak faydalı olabilir. Zaten sınır koymak o sınırın aşılmasını hedef haline getirmek anlamına gelmiyor mu?

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Bom!

Bu da yaşandı. Beşiktaş sahilde tek başına yürümekte olan 26 yaşındaki A.B. bir anda patladı. Bu üzücü patlama olayının ardından etrafa bilumum dert, tasa ve keder parçacıkları yayıldı. Parçacıklar nedeniyle panikleyen ve kaçmaya çalışan civar halkı ufak çapta bir izdiham yarattı. Yapılan açıklamada dert unsurlarının dışarıya atılmamasından dolayı vücutta biriktiği ve sıkışmadan dolayı patlayıcı etki yarattığı belirtildi. 

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Yorumsuz Değil, Önyargısız


Birileriyle tanışırken onlarda bıraktığımız, tabi onların da bizde bıraktığı, ilk izlenim, bu ilişkinin gidişatına ne kadar etki edebilir? Az, çok, hiç? Bana kalırsa değişir. Evet, ilk izlenim önemli ancak bunun gelecekteki etkisi, yaşananlara ne kadar düz ve yorumsuz baktığımızla doğru orantılı.


İnsanları tanırken de yeni bir şey öğrenirken de her şey önümüzde artık. En basit örnek internetten her aradığımız bilgiyi bulabiliyoruz veya sosyal medya sitelerinden insanlar hakkında hangi yemeği sevdiğine kadar her şeyi öğrenebiliyoruz. Ancak neden ve nasıl sorularını sormadan, düşünmeden düz şekilde algılamak her zaman doğru olmayabilir. Burada fark yaratan olgu yorumlama kabiliyeti. 


Bilgi (veya tespit) cebimizdeki para olsun. Paranın sahte olup olmadığını, ne kadar değerinde olduğunu yorumlamadan çok da değeri yok aslında. Güneşe tutunca görünen Atatürk portresini ve paranın kaç sıfıra sahip olduğunu kontrol etmeden sadece para olduğunu kabul etmek çok da mantıklı değil. Yanlış olmasa da yeterli olmadığı için olumsuz kararlara ve sonuçlara neden olabilir.


Yorumlama kabiliyetinden yoksunluğun kaçınılmaz sonu ise önyargı. Yıkılması gereken kocaman bir duvar, kimi zaman tuğladan kimi zaman taştan. Bu önyargıları kendi elimizle yıkmamız da oldukça zor. Çünkü gurur ve inat bekçiliğini yaparlar, tespitlerindeki yanlışları kolay kolay kabul etmezler. Düzeltmek yine onların merhametine kalmış.


Sözün özü, önden yargılamamalı hiçbir zaman. Yorumlamalı insanları, davranışları, olayları. Her şeyin göründüğü gibi olmadığını bilmeli.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Gül ile Bülbül'ün Hikayesi

Hüseyin Aslantürk Hoca'mın notlarından bir alıntı:

Bülbül bir gün, onca şakımasına rağmen hiç ses çıkarmayan güle hem küser hem de çok kızar! Soluğu doğru lalenin yanında alır hırsından... Ve başlar lalenin başında yine şakımaya! Hatta güle sesini duyurmak ve kıskandırmak için daha önce hiç ötmediği kadar yükseltir sesini. Bülbülün o sesini duyan herkes lalenin başına toplanır. Menekşeler, karanfiller, kardelenler, leylaklar gıptayla bakarlar laleye... Öyle ki; lale kıpkırmızı oluverir bir anda, tıpkı gül gibi... Bülbül zafer kazanmışcasına daha da güçlü ötmek için zorlar kendini ama çıkmaz sesi artık. Ötecek hali kalmayınca da, ne lalenin kırmızısı ne de onu dinleyen çiçekler kalır etrafında. Tıpkı geri döndüğünde bulamadığı gül gibi...


Bülbül telaşlanır ve gözyaşları içinde sorar orkideye; "Gülüm nerede?" diye...
Orkide, "Gülün öldü!" der bülbüle...
Çok üzülür bülbül, bin pişman olur yaptığına!
"Ben onu sadece kıskandırmak için yapmıştım" diye ağlayan bülbülün gözyaşlarını siler orkide ve şöyle der;

"Hata ettin ey bülbül! Gülü herkes kırmızı bilirdi ama o kırmızısını tıpkı lale gibi senin ötüşünden almıştı zamanında. Herkes sana işte böyle hayrandı ama bir tek O, en kırmızıydı sana! Çünkü sessizliğinde de sevdi, şakırken de seni... Bil ki o üzüntüsünden değil, sadece sensizlikten öldü. Şimdi nerede kırmızı bir lale görürsen bil ki bir gül daha ölmüştür.

"Hatıralar mı yaşatır insanı, insan mı yaşartır hatıraları?

21 Nisan 2011 Perşembe

Dat Diri Dit Dit

Eski Türk filmlerinden bir güzel örnek daha. Kemal Sunal ve Şener Şen'in olduğu hangi film kötü olabilir ki zaten? Halit Akçatepe de aynı şekilde eşlik ediyor.

Filmin adı Şabanoğlu Şaban (1977), yönetmeni Ertem Eğilmez. Askerden dönen Şaban ve Ramazan'ın, şans eseri suçlu Kadırgalı'yı haklamalarıyla Nazır Paşa tarafından gizli polislikle görevlendirilmesini ve kendilerini pek sevmeyen kumandanlarının evindeki çalıntı elmas olayını çözmeye çalışırken yaşanan komik olayları anlatıyor.

Aşağıdaki ise giriş sahnesinden bir kısım. Her izlediğimde gülerim, savaşı bile ti'ye almalarına gülerim. Kemal Sunal'ın saflığına, Şener Şen'in kendini sinirli şekilde müziğe kaptırmasına gülerim. 

Her şeye rağmen "dat diri dit dit dat diri dit dit dat diri dit dit diit diit" diye tempo tutabilmelerine gülerim :9.

17 Nisan 2011 Pazar

Kendime Notlar

-Elma ile armut bir değil. Rengi farklı, şekli farklı, fiyatı bile farklı. Yani aynı olmadığı tadına bakmadan da anlaşılabilir.

-Öfkeyle kalkan zararla oturur. Bir şeye veya kimseye kızıp/sinirlenip, düşünmeden hareket etmek ve bunu başkasına yansıtmak kadar anlamsız bir hareket yok.

-Kol kırılır, yen içinde kalır.  Etrafa saçılan yen içte kalandan çok daha zararlıdır ki zaten içte tutabildiğin derecede güçlüsündür.

-İki iki daha her zaman dört eder. Üçten fazla, beşten az. Değer konusunda matematik kullanmaktan zarar gelmez.

20 Şubat 2011 Pazar

Akıp Gider Zaman

Zaman çok hızlı geçiyor. Fazla hızlı.. Bir yıl önce neredeydik, şimdi neredeyiz. İnsanın aklı hayali almıyor kısa süredeki büyük değişiklikleri. Kimi zaman iyi kimi zaman kötü tabii.

Hep ilerliyor zaman, hiç geriye dönmüyor. Değişen, bozulan şeyleri geri getirmek o kadar zor ki. Hiç bir şey eskisi gibi olamıyor. Elde sadece geçmişe duyulan özlem kalıyor. O da zaten ulaşılamayacak olmasından güç alıyor. O özlem de daha sonra tebessümle hatırlanacak bir hatıraya dönüşüveriyor sadece.

Bazen de olması gereken şeyler oluyor, öyle olması gerektiği birtakım etkenler yüzünden bilinmese de. Aradan zaman geçip etkenler ortadan kalktığında gelinen durumun en iyisi olduğu fark ediliyor ve süreç içinde uzun gelen zamanın aslında çok hızlı tükendiği görülüyor. Sizce bu zamanın göreceleliği midir? Yoksa geçen zamanı geri getiremeyecek olmanın çaresizliği mi?

Zaman akar gider. Kayıplar da olsa, hayat devam eder.


23 Ocak 2011 Pazar

Müziğin Dili Yoktur

"Çingeneler Zamanı"nda izlemeye doyamadığım bir sahne. Çalan şarkının adı "Ederlezi Avela". Tabii ki Goran Bregoviç. Verilmek istenen duygu hem müzikle hem oyunculukla ancak bu kadar iyi sahnelenebilirdi.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Bir Filmden Ne Bekleriz?

Filmlerden ne bekleriz? Bize gerçek hayatı göstermelerini mi yoksa bizi başka bir dünyaya götürmelerini mi?



Ben, bana başka bir dünyayı tanıtan ve beni içine çeken filmleri ayrı bir keyifle izliyorum. En iyi örnekleri ise Tim Burton filmleri. O bize masal anlatıyor ama nasıl oluyorsa anlattıklarına inanmaya başlıyorsunuz farketmeden. "Big Fish"i izleyenler bilirler, filmin sonlarında, size saçma gelen, inanmadığınız, olağanüstü şeylerin aslında ufak dokunuşlarla süslenmiş gerçekler olduğu ortaya çıkıyor. Sırf bu nedenle belki de en sevdiğim filmlerden biridir. Hayalleri gerçeğe dönüştürdüğü için. Ya da sıradan gerçekleri olağanüstüleştirdiği için.

Gerçek hayatı gösteren filmleri de severim ama hep mutsuz bitsin isterim, öyle olanları daha çok severim. Daha gerçekçi gelirler gözüme. Başroldeki karakter ölmese bile uğruna sevdiği veya savaştığı kişiyi/şeyi kaybetsin isterim. Aynı gerçek hayattaki gibi. Ben o filmi kendime daha yakın görüp, daha çok sahiplenirim. "The Last Samurai"ın zirve sahnesinde (climax) Katsumoto'nun ölümü gibi. O sahneden sonra filmde yaşanan her şeyin daha da anlam kazanması gibi.. Uğruna savaşılan şeye duyulan saygının daha da artması gibi..

Filmlerden bahsetmişken yazdıklarıma paralel olarak bir iki de film tavsiye etmezsem içimde kalır. Tim Burton'dan "Big Fish" ve "Edward Scissorhands", Clint Eastwood'dan "Gran Torino". Romantik komedi istiyorsanız "Love Actually". Bir numaran ne derseniz, tartışmasız "The Shawshank Redemption".

14 Ocak 2011 Cuma

Öylesine Üç Şey

Kaçmak

Koşuyordu. Nefes nefese kalmıştı ama arkasına bakmadan koşmaya devam ediyordu. Birinden veya bir şeyden kaçtığı belliydi. En sonunda kimsenin göremeyeceği kuytu bir köşe bulmuştu, hem çok katlı bir inşaatın içinde hem de kendi içinde. Kimden kaçtığını düşündü. Bulamadı. Biliyordu aslında.

Geçmiş

Geçmiş değişir mi? Peki ya geçmişe olan bakış açınız değişir mi? Bildiğiniz, kabul ettiğiniz veya kabullendiğiniz şeyler bir sözle alt üst olunca, geçmiş en azından sizin için değişmiş olmaz mı? O geçmiş yeteri kadar güçlüyse ne şimdi kalabilir yerinde sabit ne de gelecek. İşte geçmiş o kadar önemli.

Mantık

Mantık sadece duygunun olmadığı yerde egemendir. Ailenin büyük abisi gibi. Baba yokken asar, keser ama babanın yanında tabiri caizse dut yemiş bülbüle döner. İsyan etmek ister ama bu baba biraz otoriter. Katı, gözü kara, hatta bencil. Ne yaparsın, baba sonuçta..

Başlarken bu üçünü bağlamayı düşünüyordum ama böyle de iyi bence.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Tek Bir Cevap

Kocaman dalgalara karşı kürek çekiyorum, sonunu düşünmeden. Bu güç müdür yoksa acizlik mi? Tek başımayım, kara ise görünmüyor. Kürekten vazgeçip akıntıya kapılırsam çok daha kötü yerlerde bulacağım kendimi, biliyorum. O yüzden kulak asmadan başka düşüncelere, kendi doğrularımın ardındayım, takip ediyorum onları, inatla savunduğum doğruları. Başkaları için yanlış da olsa, benim doğrum bu. Tek bir cevap var içimde, tek bir doğru. İnkar ettiğim an sustuğum an olacak. İnkar ettiğim an tüm cümlelerim anlamsız, tüm cümlelerim yalan oluverecek bir anda. O yüzden hep aynı şeyleri söyleyeceğim ben. Çünkü tek bir cevap var içimde ve tek bir doğru.