28 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir Karınca Hikayesi

Kendi halinde bir karıncaydı. Çalışkan, uslu. Tekdüze bir hayatı vardı, sıkıcı denebilirdi. Sabah uyanır, yuvasından çıkıp kahvaltısını bulur, karnını doyurduktan sonra arkadaşlarıyla gezintiye çıkardı. Benlik olarak çalışmayı seven arkadaşlarına kıyasla, dolaşıp muhabbet etmeyi daha eğlenceli bulurdu. Mümkün olduğunca bu süreyi uzatmaya çalışırdı. Daha sonra çalışmaya geri döner, yuvasının yakınlarındaki kırıntıları evine taşımakla uğraşırdı. Akşam da bunları yer ve uyku için hazırlanırdı.

Ne var ki mutsuzdu karınca. Tekdüze ve sıkıcı olan hayatı ona göre değildi. Yaşadıkları yetmiyordu, fazlasını istiyordu. Hayalleri vardı. Hayali var demek daha doğru belki de. Sıkıcı hayatında sahip olmak istediği, gerçekleştirmek istediği tek şey: Uçmak. Ancak imkansız olduğunu biliyordu ve bunun umutsuzluğu her gün sürdürmekte olduğu önemsiz hayatını daha da çekilmez hale getiriyordu.

Ta ki bir sabah uyanana kadar. O sabah diğerlerinden çok farklıydı. Gördüğü rüya sadece o sabahı değil tüm hayatını farklı kılmıştı. İnanmak veya inanmamak elinde gibi dursa da, kendisini rüyasının gerçekleşebileceği fikrinden alamıyordu.

Yaşadığı yerde bulunan en yüksek tepeye çıkmıştı. Günler almıştı buraya çıkması. Neden çıktığını kendi de bilmiyordu ancak içinden bir his devam etmesini söylemişti. O da bir şeyler umarak ama ne umduğunu bilmeyerek tepenin zirvesine gelmişti ve kendisini bir perinin beklediğini görmüştü. Peri, gerçek olamayacak kadar güzeldi. Karınca, heyecandan bayılacak gibi olsa da, perinin gözlerindeki huzur ve kendinden emin ifade, kendisini toparlamasına yardımcı oldu. Bu cesaretle periye doğru yaklaşma fırsatı buldu, heyecanı yaklaştığı mesafenin çok çok üstünde bir oranla artıyordu. Peri gülümsedi. Parlayan teni gözalıcıydı. Elini uzattı, karıncaya hafifçe dokundu ve havalanarak uzaklaştı. Periye aşık olan karınca hiç düşünmeden, düşünemeden, arkasından boşluğa doğru atladı. Uçuyordu.

Bu rüya karıncanın yıllardır beklediği bir işaret gibiydi. Tek amacı vardı artık. O tepeye çıkacak, periyle birlikte gökyüzünde süzülecekti.

Hazırlıklara başladı karınca. Bu hazırlığın ve heyecanın nedenini merak eden yakın arkadaşlarına rüyasını ve planını anlattı. İlk önce alaylı bir şekilde gülerek karşılık veren arkadaşları, karıncanın ciddi olduğunu anlayınca onu kararından vazgeçirmeye çalıştılar ama nafile.. Kararı kesindi karıncanın. Ertesi gün yola çıkmıştı.

Tepeye çıkmak zorlu bir süreçti. Engebeli ve günlerce uzunluktaki bir yol. Yolda yemek bulma derdi de cabası. Ancak hiçbiri umrunda değildi karıncanın. Hayali, günleri kısaltıyor, karnını da pek güzel doyuruyordu. Yorulduğu anda aklına rüyasını getiriyor, perinin güzelliği, gökyüzünde süzülme isteği kendisini adeta tepeye doğru çekiyordu. 4 gün sonunda tepeye ulaşabildi, mutluydu.

Etrafa bakındı, periyi göremedi. Geleceğini biliyordu. Bilmese bile hissediyordu. Bekledi, bekledi, ısrarla beklemeye devam etti. Uçurumun kenarındaydı, rüyada perinin dokunması, havalanması, karıncanın arkasından uçması hepsi tam burada gerçekleşmişti. Saatler geçti, peri gelmeden gitmeyecekti karınca. Gelmeme ihtimalini ise hiç düşünmedi.

Ve karınca bir ten hissetti teninde. Görmedi onu, hissetti sadece. Emin olamadı gerçekliğinden ama olmasına da gerek yoktu. Düşünmedi hiç, bıraktı kendini boşluğa doğru, korkarak ama huzurlu.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Saniyeler..


Bu aralar gözüm trafik ışıklarının üstündeki saniyelere takılıyor. Yeşili beklerken kırmızıyı tüketen saniye, bizim hayatımızdan da bir bir çalıyor hissettirmeden. Tabii ki kırmızıda geçmek değil burada önemli olan, çünkü çok kırmızı ışık çıkacaktır önümüze, geçmenin mümkün olmadığı. Önemli olan bu saniyelerin değerini anlamak. Yaşamak hayatı, ne geçmişe bağlı kalarak ne geleceği hesaplayarak.


Bir de dedemi hatırlatıyor bu saniyeler bana. Tez canlı adamdı, beklemeyi sevmezdi. Her kırmızı ışıkta gözünü o saniyelerden ayırmazdı. Bir keresinde 60 saniyelik bir kırmızı ışığa denk geldiğimizde esprili bir şekilde "Keşke şu saniyeler birer birer değil de ikişer ikişer azalsa, geçerdik hemen" demişti. Gülmüştüm, hatırlayınca yine gülüyorum. Saniyeler onun için hızlı geçti. Biz değerini bilelim. Saniyeler önemli.

Bu kısa yazının üstüne bir de MFÖ'den "Ne Geçmiş Var Ne Gelecek" -şarkının orjinal adı "Dünya Bu Dünya"- dinlerseniz güzel olabilir :9

22 Ağustos 2010 Pazar

Küçük şeyler

Küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeli insan.

Hedefler, ulaşılmak istenen başarılar, beklentiler.. Sonu olmayan
isteklerdir hep. Başarıya ulaşan insan, bu başarıyı arttırmak ister.
Hedefini gerçekleştiren için ise sırada yeni bir hedef vardır. Hep daha
fazlası mutlu eder insanı.

Mutluluk sadece hayatta elde ettiklerimiz ve sahip olduklarımızla doğru
orantılıysa, sonu gelmeyen beklentiler mutsuz olma ihtimalimizi oldukça
yükseltiyor. Çünkü sonu gelmeyen bir süreçtir bunlar için çabalamak.

İşte bu sırada düşünün ki sabah uyandığınızda küçük, şirin kuzeninizin
gülümsemesi karşılamış sizi.

İki gündür yağmurlu olan hava, arkadaşlarınızla buluşacağınız gün güneşli, masmavi bir gökyüzüne bırakmış yerini.

Yolda karşıdan karşıya geçmek isteyen bir teyzeye yardım etmiş, teyzenin yüzündeki minnet ifadesini görmüşsünüz.

Çok uzun zamandır görmediğiniz, çok sevdiğiniz bir arkadaşınıza
rastlamışsınız, ayaküstü bir muhabbet etmişsiniz.

Şans eseri girdiğiniz bir kafede hayatınızın en güzel yemeğini
yemişsiniz.

Vapur iskelesinde kapılar kapanmış olmasına rağmen görevli sizin için kapıyı açmış ve vapura binen son kişi olmuşsunuz.

Doya doya istanbul'u seyretmişsiniz, içinize çekmişsiniz boğaz havasını.

Radyoyu açtığınızda çıkan ilk şarkı sevgilinizle sizin şarkınızmış.

Böyle bir gün hayal edin. Sadece bir tanesi bile mutlu olmak için yeterli. Küçük ama değerli şeyler. Tek gerekli olan ise daha duyarlı, daha farkında yaşamak hayatı. Beatles'ın kurucusu John Lennon, "Hayat, siz onu planlarken başınızdan geçenlerdir." demiş. İşte bunun farkında olanlar daha başka yaşıyorlar o hayatı, çok daha mutlular.

20 Ağustos 2010 Cuma

Lise şiir denemesi - 2

Güneş batıyor hafiften
Yağmur çiselemeye başlamış
İnadına seni hatırlatıyor bana.
Özlemişim, ağlıyorum içimden
Yağmurun sesi, her damlası
Kalbimin içinde sanki,
Hepsinde ayrı hissediyorum: Sen yoksun.

Gözlerin geliyor aklıma..
Uzun uzun bakmaya doyamadığım.
O gözleri yoldan geçenlerde arıyorum
Sonra sen geliyorsun aklıma yine.
Bir anda bir utanç sarıveriyor benliğimi
Güzel gözlerini başkasına yakıştırmaya çalışmak,
Ne kadar da acınası..

Hava iyice karardı,
Yağmursa acıma duygusu olmayan hatıralar gibi..
Bense bıraktım içten ağlamayı
Dıştan hiç olmaz, erkeklik var
Susuyorum artık
Sessizce, yağmur altında
Hatıralarla ıslanıyorum sadece.


Özgür Z.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Pişman Olmak vs Hayıflanmak

Keşke'ler vardır hayatımızda. Belki önemsiz bir detaydır, belki de sadece bir detay olması bile hayatımızın akışını değiştirmeye yetmiştir. Aklımızdadır hep. İster istemez kurarız keşke'yle başlayan bir cümle.

Bana göre bu cümleler ikiye ayrılıyor. "Keşke+olumlu di'li geçmişin şartı" ve "keşke+olumsuz di'li geçmişin şartı". Yani "keşke yapsaydım" ve "keşke yapmasaydım" gibi..

Bazen karar anları çıkar karşımıza. Fırsattır belki alacağımız cesur bir karar, belki de fırsat olmamakla beraber sahip olduklarımızı da alıp götürecektir. Sonuçlarını kestiremediğimiz kararlar.. İnce eler, sık dokuruz. Düşün düşün bir hal oluruz. Ve bir seçim yaparız. Bu seçim sonucunda ya pişman olma riskini göze alırız ya da bu riski göze almamaktan doğan hayıflanma duygusuna kapıları açarız.

Hayıflanmanın kelime anlamı, "kaybedilen bir fırsat için üzülmek". Tabii ki TDK bu üzüntünün derinliği ve süresi hakkında bir öngörüde bulunamıyor. Ancak o fırsatı kaybettiğiniz anda bir daha geri getirememek, zamanı geri döndürememek bu duyguya sonsuza dek hayat vermez mi? Zaman geçtikçe daha çok yargılamaz mıyız kendimizi? Bilinmezlik, merak duyguları kemirmez mi beynimizin ucra köşelerini? "Ya yapsaydım"ın cevabını arar dururuz içimizde, bulamayacağımızı bile bile.

Pişman olmak da dünyanın en güzel duygularından biri değildir. Hatta hiç değildir. TDK diyor ki, "yapılan işin yanlış sonuç verdiğini görmek". Yapmışızdır, kötü sonuçla karşılaşmışızdır, belki de kaybetmişizdir elimizdekileri. Can sıkar ama hiç olmazsa nettir. Neyin ne olduğu önümüzdedir. Merak, kuşku gibi kavramlara yer yoktur. Üstüne üstlük bu netlik yitirilenlerin geri kazanımında da faydalı olabilir.

Tabii ki burdan pişman olmak her zaman için hayıflanmaktan daha iyidir anlamı çıkarılmamalı. Tamir edilemeyecek hasarlar da meydana gelebileceğinden, eylemsiz kalmak da gayet doğru bir tercih olabilir. Eylemsiz kalmak zordur evet, ama hayat da zor değil mi zaten?

Pişman olmakla, hayıflanmak arasındaki farkı dershane hocamız öğretmişti. çok hoşuma gitmişti o zaman, nedendir bilmem. Çok gerçekti, yaşamın içindendi o yüzden belki de. O gün bugündür, bir terazi kurdum kafamda. Terazinin gösterdiği değeri "zaman geri gelmiyor" süzgecinden geçirip, ileride "keşke"ye dönüşmeyeceğini umarak hareket ediyorum. Keşke'ler artsa da, varsın artsın, önemli olan içim rahat olsun..

13 Ağustos 2010 Cuma

Ah o eski zamanlar..

Geçmiş neden hep daha güzel gelir insana?

Ah o eski günler demez miyiz hep?

Ya nerde eski ramazanlar?

Ya da lisedeki kafayla ilkokul okumayı hanginiz aklından geçirmedi?

Üniversite öğrencileri için lise hayatı bambaşka değil mi?

90'lar pop gibisi yok demiyor muyuz?

Veya facebook'ta 90'larda çocuk olmak videosunu paylaşmıyor muyuz durmadan?

Geçen sene daha çok eğlenmiyor muyduk?

Ben bütün bu ve bu gibi soruların altına imzamı atarım. Sık sık da kullanırım üstelik. Ama gerçek şu ki geçmiş her zaman tatlı gelir insana. Yaşanmışlık duygusu ve bir daha o anları yaşayamayacak olmamız eskiye özlem yaratır hep. Özlemek ki bana göre bir insanın yapabileceği en kolay eylem, en kuvvetli duygu, en büyük zaaf.

Aslolan şimdidir. Bu soru kalıplarını kullanırken unutmamalıyız bunu. İlerde özleyeceğimiz zaman da şimdidir. Zamanın, yaşadığımız anın kıymetini bilmeli. Üzüntü de bunun bir parçası, sevinç de, beğeni de, istek de, arzu da. Hepsi şimdinin bir parçası. Ve ilerde, çok değil belki bir hafta, belki bir ay sonra, hafif bir tebessümle hatırlanacak bu şimdiki zaman, acısıyla tatlısıyla..

Geçmişi özlerken, anı kaçırmayalım. Gelecek zaten gelecek :9

10 Ağustos 2010 Salı

:9

Her şey yaklaşık 7 sene önce başladı. MSN Messenger(=msn), Türkiye'de yeni yeni moda olmuş, bizse liseye yeni girmiş gençler olarak her gece msn başındayız. Toplu konuşmalar olsun, ertesi gün 'Nasıl da sabahladık msn'de?' sohbetleri olsun çok moda.--hala moda değil mi? :9

O günlerden bir gece arkadaşım bir espri yaptı, bense ":)" (shift'e basılı tutmak gerekiyor iki karakter için de) yerine yanlışlıkla ":9" yaptım. Arkadaşım espritüeldi biraz, bir iki espri daha yaptı. Ben yine, yorgunluktan olsa gerek, :9'la karşılık verdim. Niye böyle güldüğümü sorunca da "shift tuşum bozuk, iki kere üst üste basmıyor" gibi yaratıcılıktan çok uzak bir cevap verdim ancak kendisi nasıl olduysa inandı. O inanınca bozmadım ben de. Bir iki kişiye daha ":9" yazıp, aynı bahaneyi öne sürdüm, gerçekten inanılası mı diye. Öyleymiş! :9. Birkaç gün böyle geçti, bense bu arada gülen sarı ifadeleri sevmediğimi, ":9"unsa dil çıkararak gülen adam'a benzediğini farkettim. Sevdim ":9"u.

Aradan aylar geçti, yıllar geçti. Ben ":9"dan başka ifade kullanmaz oldum.
İnsanlar doğal olarak ilk başta şaşırıyorlar, ben onlara ":9" yazıp gönderdiğimde. Bazen anlatıyorum uzun uzun, bazen de gizemin verdiği çekicilik korunsun diye geçiştiriyorum. Aslında hoşuma da gidiyor. Bana ait olan bir şey, beni hatırlatan bir şey. Çok çok uzaklarda olsam iki tane nokta, bir tane dokuz beni hatırlatacak diye düşünüyorum. Çok duygusalım belki de :9

Şiir denemesi-1

Lise zamanından bir şiir denemem. Aslında deneme demek istemiyorum. Herkesin kendi hissettiği, onun şiiridir. Ama yine de bu konuda çok iddialı olmamak adına deneme diyorum, o zaman hissettiklerimi yazıya aktarabildiğim kadar.. :9

Keşke her günüm böyle başlasa
Her sabah geç kalksam istemeden
Geç insem Üsküdar'a
Oradan vapurla Beşiktaş'a...
Vapurda soğuk havada dışarı otursam
Elimde kahvaltı niyetine kuru simit
Her zamanki gibi seni düşünsem yine...
İçimi huzurla birlikte bir endişe kaplasa
Korku belki de..Kaybetme korkusu..
Sahip olamadığım seni,
Kalbime dokunan gözlerini...
Kalabalık iskeleye insem,yürüsem efkarlıca
Atamadan içimdeki düşünceleri;
Düşünceyi değil-Seni!
Adımlarım hızlansa ve bir anda yavaşlasa ve dursa...
Seni görmüş olsam ansızın
İçimdeki sen yine şımartılsa senin tarafından
Yine esiri olsam umutsuz bekleyişin..
Onun mutluluğu bile yeter bana
Bana ve içimdeki sana.


Özgür Z.

Neden blog açtım?

Önce biraz kendimden bahsedeyim. 16 Haziran 1989'da Üsküdar'da doğdum. İlkokulu Hasan Tan İlköğretim Okulu'nda, liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde okudum. Şu anda ise İstanbul Teknik Üniversitesi'nin İşletme Mühendisliği Bölümü'nde 3. sınıf öğrencisiyim.

Her ne kadar ilköğretim insanların temelini atsa da, lise benim hayatımı yönlendiren, şekillendiren ana unsurdur. Belki de herkes için öyle. Çocuk olarak girdiğimiz bir yerden, yetişkin olarak çıkıyoruz. Bu arada tüm görüp geçirdiklerimiz bizi büyütüp, hayata hazırlıyor. Bu eğitimi alabileceğim en iyi yerlerden birinde aldığım için ise kendimi başarılıdan çok şanslı görüyorum. Şu anda okuduğum bölümü ise insanın kendisini geliştirmesine yardımcı olan ve sosyal yanını işin içine katan bir bölüm olduğu için olmam gereken yer diye adlandırabilirim.

Peki neden blog açtım? Doğum yeri bilgisi, okul bilgisi, aldığı notlar, çalıştığı yerler.. Bir kişi hakkında bunları bilmek isterseniz kolay bir şekilde elde edebilirsiniz. Ancak herkesin gerek kendi hakkında, gerek çevresi hakkında, bazen de hiçbir şey hakkında söyleyecekleri vardır. Ben de paylaşmaya değer gördüğüm yazı olsun, şiir olsun, alıntı olsun.. içimden gelenleri paylaşmak istedim. Umarım paylaştıklarım hoşunuza gider.

Sevgiler.