29 Ekim 2010 Cuma

İmkansızı Yenmek

Geçenlerde kitabını okumadığım "Alice Harikalar Diyarında"nın filmini izledim. Diğer Tim Burton filmlerinin aksine çok fazla beğenmesem de hoş vakit geçirdim diyebilirim.

Konusuydu sanırım hoş vakit geçirmemi sağlayan. Farklı bir dünya, hem de bir harikalar diyarı. Mavi tavşan, bilge tırtıl, şapkacı ve diğerleri.. Tam ortasına düştüğünüz bu dünyanın kurtuluşu size bağlı. Yenilmesi imkansız olan kırmızı kraliçenin en iyi savaşçısını yenmeniz lazım. Yenilmesi imkansız olanı yenmek?

Hangisi daha imkansız; harikalar diyarı mı, savaşçıyı yenmek mi? Bence bunun doğru bir cevabı yok. İki cevabın da olumsuz yanları var sadece. Harikalar diyarı imkansız diyorsanız, hayattan beklentiniz de yoktur pek. Akıntıyla beraber gidersiniz, isteyerek veya istemeyerek. Savaşçıyı yenmek ise cevabınız, hayalleriniz, beklentileriniz vardır ama elde edecek gücünüz yoktur.

Daha da genelleştirirsek, imkansız diye bir şey var mıdır? Bence tabii ki vardır, ama görecelidir. Bizi güçlü kılan içimizdeki inancımızdır, özgüvenimizdir. Yani imkansızlar sadece kafamızda, onları yok etme gücü de yüreğimizdedir.

Bu gücü kullanmak için hayal edin ve inanın. Başarılı olamasanız bile güçlü olduğunuzu bilmek, sizi daha da güçlü yapacaktır.

Film içinde en beğendiğim replikle de yazım son bulsun:

"Her gün kahvaltıdan önce tam altı imkansız şeye inanırım."

24 Ekim 2010 Pazar

Yalandan Kim Ölmüş?

Yalan söylemeyen kimse var mıdır acaba? Göreceli bir soru. Çünkü bu yalana nasıl baktığımıza, onu nasıl tanımladığımıza göre değişir. Kimisine göre yalan insanları kandırmaya yönelik söz dizisinden ibarettir. Bana kalırsa sadece yanlış sözler değil, söylenmeyenler, davranışlar ve/hatta davranmayışlar bile bu kavramın içindedir.

Böyle düşününce de yalan her zaman kötü bir şey değilmiş gibi duruyor. Şöyle ki, söylemediklerimiz dışarı etki etmeyecekse bir artısı veya eksisi yok. Hatta çok mutsuzsak ve bir problemimiz yokmuş gibi davranıyorsak herkes daha da mutlu. Ne ala!

Farkedilmesi gereken şu ki, zararsız görünen bu sessiz yalanlar en çok sahibini etkiliyor ve en kötüsü bunu başka kimse bilmiyor. İçimizde büyüyen zararlı birer bitki gibiler. Sustukça onları sulamış oluyoruz, suladıkça hayat verip büyütüyoruz ve sonunda tek başımıza mücadele etmek zorunda kalıyoruz -ki bu başlıktaki gibi kimseyi öldürmese bile inanın hiç kolay değil. Zaten insanın en büyük hesaplaşması kendi içinde. Bu hesabın en büyük düşmanı da yine onlar..

Bir gün uyumadan önce vakit ayırıp da düşünelim. Olduğumuz gibi miyiz yoksa olmamız gerektiği gibi mi? Dürüst müyüz, yalancı mıyız? Olumlu şekilde cevap verebiliyorsak mutlu, olumsuz şekilde cevap verebiliyorsak umutlu olabiliriz. Ancak işin içinden çıkamayıp ne yapacağımızı da bilmiyorsak, vay halimize..

18 Ekim 2010 Pazartesi

Tozlu Facebook Albümleri

Facebook'un son zamanlarda en çok sevdiğim özelliği, bir fotoğrafa bakarken sağ üstte eski albümlerden ilgimi çekebilecek başka fotoğraflar göstermesi. Bir de öyle seçimler yapıyor ki tıklamaktan, tıkladıktan sonra da bütün albüme bakmaktan kendimi alamıyorum. Bazen zamanın ne kadar çabuk geçtiğini düşünüyorum bakarken, bazen de hayatın ne kadar değişken olduğunu. Daha dün gibi hatırladığım lise günleri, iki çok samimi arkadaşın artık birbirine selam dahi vermiyor oluşu, görüşülemeyen arkadaşlar, lise aşkları.. Facebook'un dili olsa elimde büyüdünüz diyecek şu geçen 3-4 yıl için. "Geriye dönüp baktığımızda" diye bir kalıp var ya, işte geriye dönüp bakmamıza yardım ediyor, düşündürtüyor.. Bu facebook bize resmen hayat dersi veriyor!

Not: Bol bol fotoğraf çekin. Çünkü elde bir tek onlar kalıyor.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Kim Hep Mutlu Olmak İstemez ki?

6. sınıfta, bir Türkçe dersinde öğretmenimiz (o zaman hoca falan yoktu), konu nerden geldiyse "Kim hep mutlu olmak istemez ki?" diye bir soru sormuştu. Belki de soru değildi, soru olmayan sorulardandı işte. Ben anında parmak kaldırmıştım. Şimdi düşününce biraz farklı olmak, biraz da dikkat çekmek için yapmışım sanırım ama her neyse. Söz verdi bana öğretmenim, ben de "Ben istemem, eğer hep mutlu olursam mutlu olmanın bir anlamı kalmaz ki.." dedim koskoca 13 yılın verdiği tecrübeyle. Öğretmenim bana baktı ve "Saçmalama Özgür!" dedi. 13 yılın verdiği ağırbaşlılıkla cevap vermedim hocaya. Sustum.

Verdiğim cevap yanlıştı. Keşke hep mutlu olsak, olabilsek. Kim istemez ki? En azından mutlu ve mutsuz şeklindeki ayrım, mutlu ve çok mutlu diye olurdu. Ne güzel.

Aynı cevapta gerçeklik payı da vardı. Mutlu olduğumuz zamanların değerini mutsuz olduğumuzda anlıyoruz. Hele bir de kısa süreli değilse mutsuzluğumuz, büyük bir özlem duymaya başlıyoruz. Bu da bizi bataklıktan çıkmak için çırpınmak gibi tek bir olaya ve tek bir amaca odaklıyor. Sonuç malum.

Keşke'leri sevmem ama insanın içinden gelmiyor değil. Keşke hep 13 yaşımda kalsaydım. Böyle kendimden büyük sözler etseydim, kimseye zararı olmayan. Hem çocukken çok kolay mutlu olurduk. Bir hediye, bir çizgi film, öğretmenin verdiği iyi bir not bile mutlu etmeye yeterdi bizi. Küçüktü dünyamız, küçük kasabalar gibi. Şirin ve mutlu. O dünya büyüdü bizle beraber ama bizden fazla büyüdü.

Belki de bizden fazla büyüyen duygularımızdı. Dev adamlar var ya, hasta oldukları için 2,5 metre olan adamlar, onlar gibi işte. Sığamadılar içimize, yetemedik onlara.

Peki ne yapmalı? Bilmem. Kelin merhemi olsa.. :9

10 Ekim 2010 Pazar

Yağ'mur

Bu aralar erken yatmaya alışmıştım ama bu gece odamın camına vuran yağmura misafir oldum. Dertleştik. Biraz o anlattı, biraz ben. Ben anlattığımda sakince dinledi. Derman olmasa da anlıyordu beni ama önemsemez bir hali vardı. İçerledim biraz. Kendi anlatmaya başladığında ise gök dahi gürledi. Hızlandı, cama vuran damlalar sıklaştı ve güçlendi. Bana kendi derdinin önemini anlatmak istiyordu. Ona da hak verdim. Sonuçta herkesin derdi kendi içinde büyür. Ya durur öyle içerde ya da dışarı atarsın zamanla. Olmadı kendini dışarı atarsın yağmurlu havada, tek başına ıslanmayı tercih edersin. Ama yağmurdu o, yağmurda ıslanacak hali yoktu. Çıkar yol bulamayınca bir anlaşma yaptık. O yağacak, yağmaya devam edecek, ben de şimdiye kadar olduğu gibi şemsiye kullanmamaya devam edeceğim. Bu ikimizi de memnun etmese de en azından adil gibi duruyor.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Züğürt Ağa'dan Bir Sahne

Züğürt Ağa. En sevdiğim Türk filmlerinin başında geliyor. Bir ağanın köyden şehre göçüp, bu hayata alışma sürecini anlatıyor. Bunun yanında da sevgisi için katlandığı zorlukları, feda ettiklerini Şener Şen'in oyunculuğuyla birleştirip ekran başına kilitliyor insanı.


Bu paylaştığım sahne -bana göre tabii ki- Türk sinema tarihinin en iyi 2-3 sahnesinden biridir. Neden mi?

Şener Şen her "dumatis" dediğinde, paylaştığı tüm duyguları hissedebiliyorum. Köyünün ağası ama büyük şehir onu zerzevatçılığa layık görmüş. Domatesleri satmak için bağırması gerekiyor ancak insanları rahatsız etmekten korkuyor. O bir kez "dumatis" deyip yukarı doğru baktığında, ben aynı anda ürkeklik, kibarlık, merak, istek duygularını ve en önemlisi "gururu" hissedebiliyorum. Tabii ki alışıyor o da, uyum sağlıyor. Sesinin yükselmesi ve kahyasına attığı "Başarıyoruz!" bakışı ise anlık bir zafer sadece. Çünkü uyum sağlasa da oraya ait olmadığı bir şekilde ortaya çıkıyor.

Bir de filmin sonunda sattığı çiğ köfteleri bitiren ve boş tepsiyle hayatla dalga geçer gibi yürüyen bir Şener Şen sahnesi var. Belki bir gün onu da isteyerek ve hissederek paylaşabilirim. :9

1 Ekim 2010 Cuma

Geçici Ruh Hali

Tutuğum bu aralar, suskunum. Neşesiz, somurtkan. Öfkeli bazen. Sebebini bilmiyorum ya da bilmek işime gelmiyor. Çünkü bilirsem, omzumdaki bu yükü resmen kabullenmiş olacağımı biliyorum. Ya da ellerimdeki kelepçeyi, ayaklarımdaki prangayı ilk defa farketmiş olacağım.

Küçükken amcamla boğuşurduk. Küçükken dediğim 9-10 yaşlarındayım. Bir iki hamle yapmama izin verdikten sonra beni hareket edemez hale getirir, "pes" dersem kurtulacağımı söylerdi. Hiçbir şansım olmamasına rağmen pes demezdim ve "kaplan kafesi" ismini verdiği durumdan kurtulmaya çalışırdım. Onun da istediği buydu aslında, biraz daha uğraşmamı bekleyip bırakırdı beni.

Bugünlerde o halim aklıma geliyor. Pes etmiyorum inatla, edersem bütün büyüsü gidecek, 9-10 yaşında pes demeden harcadığım tüm emekleri silip atmış olacağım. Ve sonunda edilgen bir hayatı seçmiş olacağım.

İşte bu böyle olmayacak, en azından olmamalı. Bunun farkındayım ve farkındalık iyi bir başlangıç olabilir.