6. sınıfta, bir Türkçe dersinde öğretmenimiz (o zaman hoca falan yoktu), konu nerden geldiyse "Kim hep mutlu olmak istemez ki?" diye bir soru sormuştu. Belki de soru değildi, soru olmayan sorulardandı işte. Ben anında parmak kaldırmıştım. Şimdi düşününce biraz farklı olmak, biraz da dikkat çekmek için yapmışım sanırım ama her neyse. Söz verdi bana öğretmenim, ben de "Ben istemem, eğer hep mutlu olursam mutlu olmanın bir anlamı kalmaz ki.." dedim koskoca 13 yılın verdiği tecrübeyle. Öğretmenim bana baktı ve "Saçmalama Özgür!" dedi. 13 yılın verdiği ağırbaşlılıkla cevap vermedim hocaya. Sustum.
Verdiğim cevap yanlıştı. Keşke hep mutlu olsak, olabilsek. Kim istemez ki? En azından mutlu ve mutsuz şeklindeki ayrım, mutlu ve çok mutlu diye olurdu. Ne güzel.
Aynı cevapta gerçeklik payı da vardı. Mutlu olduğumuz zamanların değerini mutsuz olduğumuzda anlıyoruz. Hele bir de kısa süreli değilse mutsuzluğumuz, büyük bir özlem duymaya başlıyoruz. Bu da bizi bataklıktan çıkmak için çırpınmak gibi tek bir olaya ve tek bir amaca odaklıyor. Sonuç malum.
Keşke'leri sevmem ama insanın içinden gelmiyor değil. Keşke hep 13 yaşımda kalsaydım. Böyle kendimden büyük sözler etseydim, kimseye zararı olmayan. Hem çocukken çok kolay mutlu olurduk. Bir hediye, bir çizgi film, öğretmenin verdiği iyi bir not bile mutlu etmeye yeterdi bizi. Küçüktü dünyamız, küçük kasabalar gibi. Şirin ve mutlu. O dünya büyüdü bizle beraber ama bizden fazla büyüdü.
Belki de bizden fazla büyüyen duygularımızdı. Dev adamlar var ya, hasta oldukları için 2,5 metre olan adamlar, onlar gibi işte. Sığamadılar içimize, yetemedik onlara.
Peki ne yapmalı? Bilmem. Kelin merhemi olsa.. :9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder