20 Aralık 2010 Pazartesi

Ne Yapmalı?

http://fizy.com/#s/1agyo0

Ne zamandır yazamıyorum yoğunluktan ve yorgunluktan dolayı. Fiziken yorulmak fazla problem değil de mental yorgunluk tek başına yetiyor. Sadece yaptığınız işin değil, tüm hayatınızın yorgunluğunun toplandığını düşünün. İşte öyle..

İlişkiler hiç bir zaman ikili değil. Hep dış etmenler var. Şartlar, durumlar.. Onlara göre hareket etmek zorunda olduğumuz, bizi kısıtlayan, hayatımıza istemesek de yön veren şartlar. O yüzden basit düşünmek yetmiyor, daha çoğu gerekiyor. E çok düşünmek de insanı mutlu etmiyor.

Eylemleri yönetmek ve gerçekleştirmek, insan ilişkilerini yönetmek ve sürdürmekten çok daha kolay. Çünkü maddesel durumlarda sınırlar çok daha net ve kesin. Soyutta ise sonu yokmuşçasına düşünmek zorundayız ama düşündükçe işler daha da karışık hale geliyor. Yanlış kararlar veriyoruz, bazen onu da beceremiyoruz. Susmayı eylemsiz kalmayı tercih ediyoruz ya da tüm gücümüzle kaçıyoruz. Kaçacak gücümüz yoksa bize gelenleri itmeye çabalıyoruz çaresizce ve bencilce. Ancak itmesek en çok zararı yine kendimizin göreceğini biliyoruz.

Ne yapmalı peki?

Cevabı yok.

İki ucu b.klu değnek.

19 Aralık 2010 Pazar

Sessiz

İnsan bir şeyin değerini kaybettikten sonra anlar ya.. Hep öyle olmaz işte. Bazen en çok değer verdiğiniz şey kayar gider ellerinizin arasından. Siz elinizden geleni yapmışsınızdır ancak fayda etmemiştir. Son safha çaresizlik. Hissedersiniz içinizden bir parçanın koptuğunu. Narkozsuz ameliyat gibi. Acı. Belki de bu farkındalık acının dinme süresini kısaltır ama ya şiddeti? Tam aksi. Hem tüm acılar geçer mi ki? Sonrasında ise nasır tutmuş ruhunuz nadasa bırakır kendini. Sessiz ama sakin değil. Sadece sessiz..

30 Kasım 2010 Salı

Bi(r)çare

Ne olursa olsun çaresiz kalmamalı insan. Hata yapsın, yanlış yapsın, başarısız olsun ama eli kolu bağlı hale gelmesin asla. Çünkü sadece durup izlemek zor, çok zor. Hayat, acelesi varmışçasına ilerlerken öylece köşede durmak, hızlanmış kalp atışlarını yavaş yavaş normal seviyeye çekmeye çalışmak.. Yani iradeyle savaşa girişmek.. Savaş uzadıkça içimizdeki can ve mal kaybının artması ve bu nedenle alınan şartları ağır bir ateşkes kararının da durumu daha beter hale getirmesi.. Unutmamali ki insanı bu durumdan kurtaracak kudret, beynindeki mantıktan ibaret!

18 Kasım 2010 Perşembe

Uyumsuz Kahraman: Sisyphos

Sisyphos, Yunan mitolojisinde Zeus tarafından kendisine ihanet ettiği gerekçesiyle ölümle cezalandırılmış ve yeraltı dünyasına gönderilmiştir. Burada yeraltı tanrısı Hades ve tanrıçası Persephone'den, karısının adına güzel bir cenaze töreni yapmadığını ve her onurlu erkek gibi onu cezalandırmak için dünyaya dönmesi gerektiğini söyleyerek izin ister. İsteği kabul edilir ancak dünyaya dönen Sisyphos, yeraltı dünyasına bir daha inmeyi reddeder. Hades bu durumu Zeus'a bildirir. Zeus, Sisyphos'u yakalttırır ve yeraltı dünyasına geri gönderir.

Sisyphos'un cezası çok ağır olacaktır. Kocaman bir kayayı elleriyle iterek bir dağın zirvesine çıkarmak zorundadır. Ancak sorun şu ki, zirveye ulaşmaya ramak kala, kaya önlenemez şekilde aşağıya yuvarlanmaktadır. Sisyphos bir çok kez denemiştir ve her defasında da kaya son anda geri yuvarlanmıştır ve her şey başa dönmüştür.


Tanrılar Sisyphos'u kısır bir döngü içerisine sokmuştur. Sisyphos'un bu durumdan kurtuluşu yoktur. Bunu kendisi de farkeder ancak yine de kayayı itmeye devam eder. Devam etmesinin nedeni, kayayı zirveye ulaştırmaya veya birinin kendisini bu durumdan kurtarmaya gelmesine olan inancı değildir. Eğer bırakırsa veya isyan ederse, bu boyun eğmek anlamına gelecektir ve tanrılar ona karşı bir zafer elde etmiş olacaktır. 

İşte bu yüzden Sisyphos kendi kurtuluşunu yaratmıştır. Değiştiremediği bu durumu kendi hayatı olarak benimsemiştir. Sonuç olarak bu durum ceza olmaktan çıkmış ve bir anlamda Sisyphos tanrıları yenmiştir.

Albert Camus, bu mitolojik olayı 1942 yılında çıkardığı "Sisyphos Söyleni" adlı deneme kitabında ele almış. "Uyumsuz" ve "İntihar" kavramlarını Sisyphos üzerinden inceleyen Camus, hayatın yaşamaya değip değmeyeceğine cevap arar. Kitapta Camus'ya ait şu sözler ise, Uyumsuz Kahraman Sisyphos'un hayata bağlılığını en iyi şekilde özetlemektedir:

"İnsan, anlamsizligina ve tüm baskilarına karşın yaşamı yenmek zorundadır."

"Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter."

14 Kasım 2010 Pazar

Bayramlar İyi..

Yine bir bayram geldi çattı. Heyecan dorukta. Bayram ziyaretleri sebebiyle salgılanan adrenalin şimdiden kendini hissettiriyor.

Şaka bir yana bayramların toplumda ciddi bir rolü var. Her sene iki defa tekrar ediyor olmasına rağmen hep bir heyecan, bir telaş. Eşi dostu görecek olmak, bu sayede tatile gidecek veya dinlenecek olmak bayramların önemini arttırıyor şüphesiz.

Bir de alışveriş olayı var bayram öncesinde. Gelenek çerçevesinde daha özenli giyinir herkes bu zamanlarda ama biraz da etrafa karşı -hava atmak demeyeyim de- kendini beğendirmek amaç. Her ne kadar bayram alışverişi mantığından uzak da olsam, alışverişlerim nedense hep bayram öncesine denk gelir. Bir kalabalık, bir kargaşa. Garip olansa herkes mutlu, hem de sadece ertesi gün bayram diye.

Bayram günleriyse rutindir genelde. Kimi aile kahvaltısı ve bayram ziyaretleriyle geçirir, kimi soluğu şehir dışında alır, kimi de evde tek başına ziyaretçilerini bekler. Hayata 3-4 gün mola vermek gibi. Herkeste geçici veya yalandan da olsa bir mutluluk. Rutin de olsa bayramlar önemli günler bizim için. Değerini bilmeli.

Çok mutlu olmasanız da, unutmayın, bugün bayram..

12 Kasım 2010 Cuma

Zaman Zaman

Zamanı yenemezsin. Durdurmak istesen durduramaz, ondan hızlı olmak istesen başaramazsın. Yaş farkları misal. Yıllar geçse de aradaki o yıl farkı hep aynı kalır. O yılları değiştirebileceğine inansan da sana o hakkı vermez, kesin hükümlüdür. Önyargılı, düşüncesiz, anlayışsız..

Kimi zaman inadına ağır ağır geçer, nispet yaparcasına. Alt eder sonunda seni kaplumbağa gibi.  Kimi zaman da acelesi varmış gibi geçer gider. Rüzgarının gözüne kaçırdığı toz tanecikleriyle hareketsiz kalırsın olduğun yerde. Filmlerde birinin arkasından "Dur, gitme!" diye seslenmek yerine, hüzünle arkadan izlemek tercih edilir ya onun gibi işte; sessiz ve aciz. 

Zaman zaman
Zaman zaman
Hmm, o zaman..

1 Kasım 2010 Pazartesi

Hemen Geliyorum!

Uzun zaman sonra saat 10.00'da yatağa girdim. Hafif kısık İncesaz açtım. Hep özenirim müzik dinleyerek uyuyanlara ama ben kendimi dinlediğim şeye kaptırdığım için hiç uyuyamam müzik dinleyerek. Mesela Melihat Gülses 'Sevdayla hesaplaşılmaz.' diyor şu anda, ne demekse!

O bitti, İncesaz-Turkuaz hoşuma gitti şu an. http://www.youtube.com/watch?v=UFb8aqElodQ&feature=related

Işık da kapalı bu arada ama hem laptopun ışığı hem de güneşlik kapalı olmasına rağmen odamın içine girebilen sokak lambasının ışığı odamdaki eşyaları seçilir hale getiriyor. Seçemesem daha da hoşuma gidecek sanki. Karanlığı sever oldum. Niye sever ki bir insan karanlığı. Eskiden karanlık benim için ışığın olmadığı yerdi sadece. Şimdi ise saklanma, dinlenme hatta huzur bulma aracı oldu bile diyebilirim.

Bunlar hep bağlantılı mı bilmiyorum ama eskisi kadar düşünmez de oldum. Eskiden üç düşünen bir konuşan ben, zaman zaman düşünmeden konuşur oldum. Bu durumda doğal olarak etrafımdakileri kırmak, istemeden de olsa kaçınılmaz olabiliyor. Değiştim değil de, gittim geleceğim gibi hissediyorum. Zaman belirtmeden ama. Dükkanı kapatıp, kapıya 5 dakika sonra geliyorum yazan esnaflar gibiyim.

Bozmak her zaman yapmaktan daha zordur, farkındayım. Bugüne kadar hep yaptım, yapmaya çalıştım. Övünürüm de yapıcılığımla. Ama yoruldum sanki, dinlenmeye ihtiyacım var gibi hissediyorum. Eylemsiz kalmak bu yoğun tempoda zor da olsa rölantide yaşamanın tadını almak istiyorum biraz. Yokuş aşağı bir yol denk gelse de vitesi boşa alayım diyorum, benzinden de tasarruf. Oh ne güzel! Ama öyle olmuyor işte, hayat zor. Tırman da tırman. Zirveye ulaşmak diye bir şey de yok. daha önce yazdığım küçük şeyler'deki gibi. Bakalım nereye kadar..

Sokak lambasının ışığı güneşlikten içeriye giriyor dedim nazar değdirdim, söndü bir anda. Şarjı bitmek üzere olan bilgisayarımla başbaşa kaldık. Yazı da çok uzun olup sıkmasın sizi zaten.

Sonuç olarak bazal yaşamaya daha ne kadar devam edeceğim bilmiyorum. Umuyorum ki kısa sürecek ama siz farzedin ki dükkanın kepenklerini indirmeden kapısını kapatmışım, notumu da defterden koparılmış bir sayfaya kendi elimle büyük büyük yazarak asmışım:

Hemen Geliyorum.

29 Ekim 2010 Cuma

İmkansızı Yenmek

Geçenlerde kitabını okumadığım "Alice Harikalar Diyarında"nın filmini izledim. Diğer Tim Burton filmlerinin aksine çok fazla beğenmesem de hoş vakit geçirdim diyebilirim.

Konusuydu sanırım hoş vakit geçirmemi sağlayan. Farklı bir dünya, hem de bir harikalar diyarı. Mavi tavşan, bilge tırtıl, şapkacı ve diğerleri.. Tam ortasına düştüğünüz bu dünyanın kurtuluşu size bağlı. Yenilmesi imkansız olan kırmızı kraliçenin en iyi savaşçısını yenmeniz lazım. Yenilmesi imkansız olanı yenmek?

Hangisi daha imkansız; harikalar diyarı mı, savaşçıyı yenmek mi? Bence bunun doğru bir cevabı yok. İki cevabın da olumsuz yanları var sadece. Harikalar diyarı imkansız diyorsanız, hayattan beklentiniz de yoktur pek. Akıntıyla beraber gidersiniz, isteyerek veya istemeyerek. Savaşçıyı yenmek ise cevabınız, hayalleriniz, beklentileriniz vardır ama elde edecek gücünüz yoktur.

Daha da genelleştirirsek, imkansız diye bir şey var mıdır? Bence tabii ki vardır, ama görecelidir. Bizi güçlü kılan içimizdeki inancımızdır, özgüvenimizdir. Yani imkansızlar sadece kafamızda, onları yok etme gücü de yüreğimizdedir.

Bu gücü kullanmak için hayal edin ve inanın. Başarılı olamasanız bile güçlü olduğunuzu bilmek, sizi daha da güçlü yapacaktır.

Film içinde en beğendiğim replikle de yazım son bulsun:

"Her gün kahvaltıdan önce tam altı imkansız şeye inanırım."

24 Ekim 2010 Pazar

Yalandan Kim Ölmüş?

Yalan söylemeyen kimse var mıdır acaba? Göreceli bir soru. Çünkü bu yalana nasıl baktığımıza, onu nasıl tanımladığımıza göre değişir. Kimisine göre yalan insanları kandırmaya yönelik söz dizisinden ibarettir. Bana kalırsa sadece yanlış sözler değil, söylenmeyenler, davranışlar ve/hatta davranmayışlar bile bu kavramın içindedir.

Böyle düşününce de yalan her zaman kötü bir şey değilmiş gibi duruyor. Şöyle ki, söylemediklerimiz dışarı etki etmeyecekse bir artısı veya eksisi yok. Hatta çok mutsuzsak ve bir problemimiz yokmuş gibi davranıyorsak herkes daha da mutlu. Ne ala!

Farkedilmesi gereken şu ki, zararsız görünen bu sessiz yalanlar en çok sahibini etkiliyor ve en kötüsü bunu başka kimse bilmiyor. İçimizde büyüyen zararlı birer bitki gibiler. Sustukça onları sulamış oluyoruz, suladıkça hayat verip büyütüyoruz ve sonunda tek başımıza mücadele etmek zorunda kalıyoruz -ki bu başlıktaki gibi kimseyi öldürmese bile inanın hiç kolay değil. Zaten insanın en büyük hesaplaşması kendi içinde. Bu hesabın en büyük düşmanı da yine onlar..

Bir gün uyumadan önce vakit ayırıp da düşünelim. Olduğumuz gibi miyiz yoksa olmamız gerektiği gibi mi? Dürüst müyüz, yalancı mıyız? Olumlu şekilde cevap verebiliyorsak mutlu, olumsuz şekilde cevap verebiliyorsak umutlu olabiliriz. Ancak işin içinden çıkamayıp ne yapacağımızı da bilmiyorsak, vay halimize..

18 Ekim 2010 Pazartesi

Tozlu Facebook Albümleri

Facebook'un son zamanlarda en çok sevdiğim özelliği, bir fotoğrafa bakarken sağ üstte eski albümlerden ilgimi çekebilecek başka fotoğraflar göstermesi. Bir de öyle seçimler yapıyor ki tıklamaktan, tıkladıktan sonra da bütün albüme bakmaktan kendimi alamıyorum. Bazen zamanın ne kadar çabuk geçtiğini düşünüyorum bakarken, bazen de hayatın ne kadar değişken olduğunu. Daha dün gibi hatırladığım lise günleri, iki çok samimi arkadaşın artık birbirine selam dahi vermiyor oluşu, görüşülemeyen arkadaşlar, lise aşkları.. Facebook'un dili olsa elimde büyüdünüz diyecek şu geçen 3-4 yıl için. "Geriye dönüp baktığımızda" diye bir kalıp var ya, işte geriye dönüp bakmamıza yardım ediyor, düşündürtüyor.. Bu facebook bize resmen hayat dersi veriyor!

Not: Bol bol fotoğraf çekin. Çünkü elde bir tek onlar kalıyor.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Kim Hep Mutlu Olmak İstemez ki?

6. sınıfta, bir Türkçe dersinde öğretmenimiz (o zaman hoca falan yoktu), konu nerden geldiyse "Kim hep mutlu olmak istemez ki?" diye bir soru sormuştu. Belki de soru değildi, soru olmayan sorulardandı işte. Ben anında parmak kaldırmıştım. Şimdi düşününce biraz farklı olmak, biraz da dikkat çekmek için yapmışım sanırım ama her neyse. Söz verdi bana öğretmenim, ben de "Ben istemem, eğer hep mutlu olursam mutlu olmanın bir anlamı kalmaz ki.." dedim koskoca 13 yılın verdiği tecrübeyle. Öğretmenim bana baktı ve "Saçmalama Özgür!" dedi. 13 yılın verdiği ağırbaşlılıkla cevap vermedim hocaya. Sustum.

Verdiğim cevap yanlıştı. Keşke hep mutlu olsak, olabilsek. Kim istemez ki? En azından mutlu ve mutsuz şeklindeki ayrım, mutlu ve çok mutlu diye olurdu. Ne güzel.

Aynı cevapta gerçeklik payı da vardı. Mutlu olduğumuz zamanların değerini mutsuz olduğumuzda anlıyoruz. Hele bir de kısa süreli değilse mutsuzluğumuz, büyük bir özlem duymaya başlıyoruz. Bu da bizi bataklıktan çıkmak için çırpınmak gibi tek bir olaya ve tek bir amaca odaklıyor. Sonuç malum.

Keşke'leri sevmem ama insanın içinden gelmiyor değil. Keşke hep 13 yaşımda kalsaydım. Böyle kendimden büyük sözler etseydim, kimseye zararı olmayan. Hem çocukken çok kolay mutlu olurduk. Bir hediye, bir çizgi film, öğretmenin verdiği iyi bir not bile mutlu etmeye yeterdi bizi. Küçüktü dünyamız, küçük kasabalar gibi. Şirin ve mutlu. O dünya büyüdü bizle beraber ama bizden fazla büyüdü.

Belki de bizden fazla büyüyen duygularımızdı. Dev adamlar var ya, hasta oldukları için 2,5 metre olan adamlar, onlar gibi işte. Sığamadılar içimize, yetemedik onlara.

Peki ne yapmalı? Bilmem. Kelin merhemi olsa.. :9

10 Ekim 2010 Pazar

Yağ'mur

Bu aralar erken yatmaya alışmıştım ama bu gece odamın camına vuran yağmura misafir oldum. Dertleştik. Biraz o anlattı, biraz ben. Ben anlattığımda sakince dinledi. Derman olmasa da anlıyordu beni ama önemsemez bir hali vardı. İçerledim biraz. Kendi anlatmaya başladığında ise gök dahi gürledi. Hızlandı, cama vuran damlalar sıklaştı ve güçlendi. Bana kendi derdinin önemini anlatmak istiyordu. Ona da hak verdim. Sonuçta herkesin derdi kendi içinde büyür. Ya durur öyle içerde ya da dışarı atarsın zamanla. Olmadı kendini dışarı atarsın yağmurlu havada, tek başına ıslanmayı tercih edersin. Ama yağmurdu o, yağmurda ıslanacak hali yoktu. Çıkar yol bulamayınca bir anlaşma yaptık. O yağacak, yağmaya devam edecek, ben de şimdiye kadar olduğu gibi şemsiye kullanmamaya devam edeceğim. Bu ikimizi de memnun etmese de en azından adil gibi duruyor.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Züğürt Ağa'dan Bir Sahne

Züğürt Ağa. En sevdiğim Türk filmlerinin başında geliyor. Bir ağanın köyden şehre göçüp, bu hayata alışma sürecini anlatıyor. Bunun yanında da sevgisi için katlandığı zorlukları, feda ettiklerini Şener Şen'in oyunculuğuyla birleştirip ekran başına kilitliyor insanı.


Bu paylaştığım sahne -bana göre tabii ki- Türk sinema tarihinin en iyi 2-3 sahnesinden biridir. Neden mi?

Şener Şen her "dumatis" dediğinde, paylaştığı tüm duyguları hissedebiliyorum. Köyünün ağası ama büyük şehir onu zerzevatçılığa layık görmüş. Domatesleri satmak için bağırması gerekiyor ancak insanları rahatsız etmekten korkuyor. O bir kez "dumatis" deyip yukarı doğru baktığında, ben aynı anda ürkeklik, kibarlık, merak, istek duygularını ve en önemlisi "gururu" hissedebiliyorum. Tabii ki alışıyor o da, uyum sağlıyor. Sesinin yükselmesi ve kahyasına attığı "Başarıyoruz!" bakışı ise anlık bir zafer sadece. Çünkü uyum sağlasa da oraya ait olmadığı bir şekilde ortaya çıkıyor.

Bir de filmin sonunda sattığı çiğ köfteleri bitiren ve boş tepsiyle hayatla dalga geçer gibi yürüyen bir Şener Şen sahnesi var. Belki bir gün onu da isteyerek ve hissederek paylaşabilirim. :9

1 Ekim 2010 Cuma

Geçici Ruh Hali

Tutuğum bu aralar, suskunum. Neşesiz, somurtkan. Öfkeli bazen. Sebebini bilmiyorum ya da bilmek işime gelmiyor. Çünkü bilirsem, omzumdaki bu yükü resmen kabullenmiş olacağımı biliyorum. Ya da ellerimdeki kelepçeyi, ayaklarımdaki prangayı ilk defa farketmiş olacağım.

Küçükken amcamla boğuşurduk. Küçükken dediğim 9-10 yaşlarındayım. Bir iki hamle yapmama izin verdikten sonra beni hareket edemez hale getirir, "pes" dersem kurtulacağımı söylerdi. Hiçbir şansım olmamasına rağmen pes demezdim ve "kaplan kafesi" ismini verdiği durumdan kurtulmaya çalışırdım. Onun da istediği buydu aslında, biraz daha uğraşmamı bekleyip bırakırdı beni.

Bugünlerde o halim aklıma geliyor. Pes etmiyorum inatla, edersem bütün büyüsü gidecek, 9-10 yaşında pes demeden harcadığım tüm emekleri silip atmış olacağım. Ve sonunda edilgen bir hayatı seçmiş olacağım.

İşte bu böyle olmayacak, en azından olmamalı. Bunun farkındayım ve farkındalık iyi bir başlangıç olabilir.

20 Eylül 2010 Pazartesi

İstanbul'um










Sen İstanbul'umsun benim,
En güzel şehir, en büyük aşk.

Kız kulesi gibi narin ve cesur
Kalbimin tam ortasında
Tüm zerafetiyle tek başına.

Vapurlar gibi usul ve sessiz
Onları izlemek kadar güzel
Martılara simit atmak kadar masum.

Ayasofya gibi büyüleyici
Görüntüsüyle dahi etkileyen
Huzur ve sevgi dolu.

Ama bir yandan da,

Kapalıçarşı gibi karmakarışık
Girdiğin kapıyı unutarak
Dönüp durmak içinde umarsızca.

İstiklal gibi kalabalık
Kaçamadan başkalarından
Kabullenmek sadece bir parçası olmayı.

Trafik gibi umutsuz ve çaresiz
Beklerken tıkanmış yolda
Seçmek radyoda çalan ilk şarkıyı.

İşin özeti şu ki;

Boğaziçi gibi stratejik bu aşk
O yoksa şehir yok
Sen yoksan ben yokum.


Özgür Z.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Susmayı Bilmek

Gerektiği kadar konuşmalı herkes
Fazlasına gerek yok.
Fazlasının tek yapacağı
Alıp götürmek artıları.
Duramıyorsan konuşmadan, konuş
Tek başına bir odada
Veya herkesin içinde
Bağırarak, haykırarak..
Ama içinden
Rahatsız etmeden.

Susmayı da bilmeli insan.
Susmak iyidir hem..
Asildir, zariftir
Yerini bildiğinin,
Ağırbaşlılığın göstergesidir..
Saygı sebebidir.
Birikse de içinde
Tut kendini, dayan
Yapabilirsin.
Konuşmak değil meziyet olan
Susabilmek.
Konuştukların kadar varsın belki ama,
Susabildiğin kadar varolacaksın.


Özgür Z. (2010)

11 Eylül 2010 Cumartesi

Küçük İskender

Son zamanlarda Facebook'a girmişseniz Küçük İskender'e ait birkaç dizeye rastlamamış olmanız imkansız. Paylaşıldığı anda hemen beğenilir, 5 dakikada yorumlar alır başını gider.

Benim lisemden mezun olduğu için kendisini az biraz araştırmış, birkaç şiirine göz atmıştım. Çok da üzerinde durmamıştım açıkçası. Sosyal medya ortamında bu kadar popüler olunca, yazılarını yüzeysel okumak yerine kendisi hakkında biraz daha araştırma yapma gereği hissettim.

Küçük İskender 64 doğumlu. Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra 5 yıl Cerrahpaşa'da tıp okuyup doktor olmaktan vazgeçmiş. Daha sonra 3 yıl da sosyoloji okuyup sanat hayatına ağırlık vermek için okulu bırakmış. Kariyerinde özellikle uluslararası alanda bir sürü başarı var, isteyenler resmi sitesinde özgeçmişine bakabilir. Benim en çok dikkatimi çeken ise 2003'te Berlin'de düzenlenen İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi'nde konuşmacı olması. Cinsel tercihini açıklamakta herhangi bir sakınca görmüyor. Anarşist bir yapısı var.

Bu kadar sıradışı bir insan olmasına rağmen yazdıklarında kesinlikle kendinizden bir parça buluyorsunuz. Bir de kullandığı dil kimi zaman ağır küfürler içerse bile, o kadar etkiliyor ki sizi, Facebook'ta paylaşmadan edemiyorsunuz :9. Çok da fazla uzatmadan birkaç alıntıyla yazıyı sonlandırayım.

"Senin hep "seni seviyorum ama..." ların vardı. benimse "ama seni seviyorum"larım ..."

"Alt yapısı olmayan bir şehir gibiyim.. Ne zaman hüzünlensem gözlerimi su basıyor.. Ve ne zaman seni düşünsem, kalbimin trafiği aksıyor..."

"Bugün kitap izledim, film okudum, yemek dinledim, müzik yedim...
Aklım sendeydi hiçbirşeyi doğru yapamadım..
Şaşkınım."

"Diyemediklerim yoktu benim.. İçimdeki sessizlik değil "sensizlikti"..
İçimdekilerini haykırdım! Bana sadece yankıları kaldı..
Ben yine aşkta sınıfta kaldım.."

"Siz bir kelebeğe tutunuyorsunuz telaşla,
Onu incitmeden,
Kelebek telaşla geldiği tırtıla tutunuyor
İnsan bu,
Azat etmek de gerek korkmayın,
...Unutuluyor!"

"Kimi seversen sev, nasıl seversen sev, unutma ki bilinmeyecek değerin.
Ne yaptığın ya da nasıl yaptığın değil, yapamadıkların sorgulanacak / suçlanacaksın..
Yıllarca döktüğün gözyaşına bakmadan, belki "bir an yaşadığın tebessüm" batacak birilerine,
Nasıllar sorulmadan, nedenlerle yargılanacak..
Ağlayacaksın, ağlamak istemiyorsan; kimsede müebbet kalmayacaksın"

"Ben senin televizyonunum...
Uzaktan kumandan olmayınca
Tuşuma basıp da çalıştırmayı unuttuğun...
Ben seni yerel sevdim..
Sen beni genel..
Ben sana naklen yayındım!
Sen benim yaralarıma bant sardın...
Şimdi kaçıncı kanalı açarsan aç..
Reytingi tavana vurmuş karıncalı bir yalnızlığım..."

8 Eylül 2010 Çarşamba

Pilavlık Pirinç

Övündüğüm birkaç şey varsa biri de gerçekçiliğimdir. Ne boş hayaller kurarım ne de olmayacak duaya amin derim. Farklı olduğumu düşünürüm herkesten, çünkü farklıdır benim doğrularım onlardan. Onlar istediklerinin imkansız olduklarını bilmezler, umutla beslerler kendilerini. Onlar kim? Herkes. Dünya benim etrafımda dönüyor ya hani işte o misal.

Gerçekçiyim diyorum, aslında hep zoru sevdim ben, hep zoru istedim. Evet biraz üşengecim, doğrudur ama hiç kolaya kaçmadım hayatta. Belki de hep iyisini hakettiğimi düşündüm. Çünkü herkesten farklıydım ben. O zoru ben elde edemeyeceksem, kim edebilirdi ki? Evet, başardıklarım, elde ettiklerim oldu ama Dimyat'a giderken yolda bulgurumu kaybettiğim de oldu. Bu alışkanlık gibi oldu artık. O nedenle yitirdiğim bulgurlara mı üzülmeliyim yoksa sahip olamadığım pirinçlere mi karar veremiyorum çoğu zaman. Sanıyorum buna karar verebilmem için herkesten farklı olduğumu, hep en iyisini hakettiğimi kendime hatırlatmam gerekiyor tekrar.

Ben herkesten farklı olduğumu düşünüyorum ama aslında herkes birbirine benzer. Sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, korkularımız hep aynı değil mi? Alışkanlıklarımız bile aynı çoğu zaman. O ufak farkı yaratan ise bilinç ve olgunluk bence. Ne istediğini ve ne elde edebileceğini bilmek. Dolayısıyla ne kaybedeceğini de bilmek. Hep zoru severek, isteyerek bu dengeyi sağlamak zor ama imkansız değil. Ama kimse de mükemmel değil..
 
Gökyüzü ne kadar yüksek bilmesem de olur, ben ne kadar yükseğe ulaşabilirim, bana bu lazım. Belki gökyüzünü de geçerim. Bulgur pilavını da sevmem zaten.

3 Eylül 2010 Cuma

Kurbağa ile Akrep

Çok sevdiğim kısa bir hikayeyi paylaşmak istedim.

Akrep, bir gün derenin kenarında kara kara nasıl karşıya geçeceğini düşünürken, tam o sırada nehrin karşı kıyısından kendisine doğru zıplaya zıplaya gelen kurbağayı görür. Kurbağaya "Beni karşıya geçirir misin?" diye sorar. Kurbağa biraz da korkunun verdiği dürüstlükle "Ama sen akrepsin, sokarsın beni!" diye cevap verir. Akrep ise "Eğer ben seni sokarsam sen de ölürsün ben de, seni niye sokayım?" diye mantıklı bir şekilde karşılık verir. Kurbağa düşünür ve akrebe hak verir. Alır akrebi sırtına, öbür kıyıya doğru başlarlar ilerlemeye. Tam nehrin ortalarında ensesinde bir acı hisseder kurbağa. İkisi de ölmek üzeredir. Döner ve sorar akrebe: "Neden?". Akrebin cevabı kısa ve nettir: "Ne yapayım, huyum bu!".

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir Karınca Hikayesi

Kendi halinde bir karıncaydı. Çalışkan, uslu. Tekdüze bir hayatı vardı, sıkıcı denebilirdi. Sabah uyanır, yuvasından çıkıp kahvaltısını bulur, karnını doyurduktan sonra arkadaşlarıyla gezintiye çıkardı. Benlik olarak çalışmayı seven arkadaşlarına kıyasla, dolaşıp muhabbet etmeyi daha eğlenceli bulurdu. Mümkün olduğunca bu süreyi uzatmaya çalışırdı. Daha sonra çalışmaya geri döner, yuvasının yakınlarındaki kırıntıları evine taşımakla uğraşırdı. Akşam da bunları yer ve uyku için hazırlanırdı.

Ne var ki mutsuzdu karınca. Tekdüze ve sıkıcı olan hayatı ona göre değildi. Yaşadıkları yetmiyordu, fazlasını istiyordu. Hayalleri vardı. Hayali var demek daha doğru belki de. Sıkıcı hayatında sahip olmak istediği, gerçekleştirmek istediği tek şey: Uçmak. Ancak imkansız olduğunu biliyordu ve bunun umutsuzluğu her gün sürdürmekte olduğu önemsiz hayatını daha da çekilmez hale getiriyordu.

Ta ki bir sabah uyanana kadar. O sabah diğerlerinden çok farklıydı. Gördüğü rüya sadece o sabahı değil tüm hayatını farklı kılmıştı. İnanmak veya inanmamak elinde gibi dursa da, kendisini rüyasının gerçekleşebileceği fikrinden alamıyordu.

Yaşadığı yerde bulunan en yüksek tepeye çıkmıştı. Günler almıştı buraya çıkması. Neden çıktığını kendi de bilmiyordu ancak içinden bir his devam etmesini söylemişti. O da bir şeyler umarak ama ne umduğunu bilmeyerek tepenin zirvesine gelmişti ve kendisini bir perinin beklediğini görmüştü. Peri, gerçek olamayacak kadar güzeldi. Karınca, heyecandan bayılacak gibi olsa da, perinin gözlerindeki huzur ve kendinden emin ifade, kendisini toparlamasına yardımcı oldu. Bu cesaretle periye doğru yaklaşma fırsatı buldu, heyecanı yaklaştığı mesafenin çok çok üstünde bir oranla artıyordu. Peri gülümsedi. Parlayan teni gözalıcıydı. Elini uzattı, karıncaya hafifçe dokundu ve havalanarak uzaklaştı. Periye aşık olan karınca hiç düşünmeden, düşünemeden, arkasından boşluğa doğru atladı. Uçuyordu.

Bu rüya karıncanın yıllardır beklediği bir işaret gibiydi. Tek amacı vardı artık. O tepeye çıkacak, periyle birlikte gökyüzünde süzülecekti.

Hazırlıklara başladı karınca. Bu hazırlığın ve heyecanın nedenini merak eden yakın arkadaşlarına rüyasını ve planını anlattı. İlk önce alaylı bir şekilde gülerek karşılık veren arkadaşları, karıncanın ciddi olduğunu anlayınca onu kararından vazgeçirmeye çalıştılar ama nafile.. Kararı kesindi karıncanın. Ertesi gün yola çıkmıştı.

Tepeye çıkmak zorlu bir süreçti. Engebeli ve günlerce uzunluktaki bir yol. Yolda yemek bulma derdi de cabası. Ancak hiçbiri umrunda değildi karıncanın. Hayali, günleri kısaltıyor, karnını da pek güzel doyuruyordu. Yorulduğu anda aklına rüyasını getiriyor, perinin güzelliği, gökyüzünde süzülme isteği kendisini adeta tepeye doğru çekiyordu. 4 gün sonunda tepeye ulaşabildi, mutluydu.

Etrafa bakındı, periyi göremedi. Geleceğini biliyordu. Bilmese bile hissediyordu. Bekledi, bekledi, ısrarla beklemeye devam etti. Uçurumun kenarındaydı, rüyada perinin dokunması, havalanması, karıncanın arkasından uçması hepsi tam burada gerçekleşmişti. Saatler geçti, peri gelmeden gitmeyecekti karınca. Gelmeme ihtimalini ise hiç düşünmedi.

Ve karınca bir ten hissetti teninde. Görmedi onu, hissetti sadece. Emin olamadı gerçekliğinden ama olmasına da gerek yoktu. Düşünmedi hiç, bıraktı kendini boşluğa doğru, korkarak ama huzurlu.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Saniyeler..


Bu aralar gözüm trafik ışıklarının üstündeki saniyelere takılıyor. Yeşili beklerken kırmızıyı tüketen saniye, bizim hayatımızdan da bir bir çalıyor hissettirmeden. Tabii ki kırmızıda geçmek değil burada önemli olan, çünkü çok kırmızı ışık çıkacaktır önümüze, geçmenin mümkün olmadığı. Önemli olan bu saniyelerin değerini anlamak. Yaşamak hayatı, ne geçmişe bağlı kalarak ne geleceği hesaplayarak.


Bir de dedemi hatırlatıyor bu saniyeler bana. Tez canlı adamdı, beklemeyi sevmezdi. Her kırmızı ışıkta gözünü o saniyelerden ayırmazdı. Bir keresinde 60 saniyelik bir kırmızı ışığa denk geldiğimizde esprili bir şekilde "Keşke şu saniyeler birer birer değil de ikişer ikişer azalsa, geçerdik hemen" demişti. Gülmüştüm, hatırlayınca yine gülüyorum. Saniyeler onun için hızlı geçti. Biz değerini bilelim. Saniyeler önemli.

Bu kısa yazının üstüne bir de MFÖ'den "Ne Geçmiş Var Ne Gelecek" -şarkının orjinal adı "Dünya Bu Dünya"- dinlerseniz güzel olabilir :9

22 Ağustos 2010 Pazar

Küçük şeyler

Küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeli insan.

Hedefler, ulaşılmak istenen başarılar, beklentiler.. Sonu olmayan
isteklerdir hep. Başarıya ulaşan insan, bu başarıyı arttırmak ister.
Hedefini gerçekleştiren için ise sırada yeni bir hedef vardır. Hep daha
fazlası mutlu eder insanı.

Mutluluk sadece hayatta elde ettiklerimiz ve sahip olduklarımızla doğru
orantılıysa, sonu gelmeyen beklentiler mutsuz olma ihtimalimizi oldukça
yükseltiyor. Çünkü sonu gelmeyen bir süreçtir bunlar için çabalamak.

İşte bu sırada düşünün ki sabah uyandığınızda küçük, şirin kuzeninizin
gülümsemesi karşılamış sizi.

İki gündür yağmurlu olan hava, arkadaşlarınızla buluşacağınız gün güneşli, masmavi bir gökyüzüne bırakmış yerini.

Yolda karşıdan karşıya geçmek isteyen bir teyzeye yardım etmiş, teyzenin yüzündeki minnet ifadesini görmüşsünüz.

Çok uzun zamandır görmediğiniz, çok sevdiğiniz bir arkadaşınıza
rastlamışsınız, ayaküstü bir muhabbet etmişsiniz.

Şans eseri girdiğiniz bir kafede hayatınızın en güzel yemeğini
yemişsiniz.

Vapur iskelesinde kapılar kapanmış olmasına rağmen görevli sizin için kapıyı açmış ve vapura binen son kişi olmuşsunuz.

Doya doya istanbul'u seyretmişsiniz, içinize çekmişsiniz boğaz havasını.

Radyoyu açtığınızda çıkan ilk şarkı sevgilinizle sizin şarkınızmış.

Böyle bir gün hayal edin. Sadece bir tanesi bile mutlu olmak için yeterli. Küçük ama değerli şeyler. Tek gerekli olan ise daha duyarlı, daha farkında yaşamak hayatı. Beatles'ın kurucusu John Lennon, "Hayat, siz onu planlarken başınızdan geçenlerdir." demiş. İşte bunun farkında olanlar daha başka yaşıyorlar o hayatı, çok daha mutlular.

20 Ağustos 2010 Cuma

Lise şiir denemesi - 2

Güneş batıyor hafiften
Yağmur çiselemeye başlamış
İnadına seni hatırlatıyor bana.
Özlemişim, ağlıyorum içimden
Yağmurun sesi, her damlası
Kalbimin içinde sanki,
Hepsinde ayrı hissediyorum: Sen yoksun.

Gözlerin geliyor aklıma..
Uzun uzun bakmaya doyamadığım.
O gözleri yoldan geçenlerde arıyorum
Sonra sen geliyorsun aklıma yine.
Bir anda bir utanç sarıveriyor benliğimi
Güzel gözlerini başkasına yakıştırmaya çalışmak,
Ne kadar da acınası..

Hava iyice karardı,
Yağmursa acıma duygusu olmayan hatıralar gibi..
Bense bıraktım içten ağlamayı
Dıştan hiç olmaz, erkeklik var
Susuyorum artık
Sessizce, yağmur altında
Hatıralarla ıslanıyorum sadece.


Özgür Z.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Pişman Olmak vs Hayıflanmak

Keşke'ler vardır hayatımızda. Belki önemsiz bir detaydır, belki de sadece bir detay olması bile hayatımızın akışını değiştirmeye yetmiştir. Aklımızdadır hep. İster istemez kurarız keşke'yle başlayan bir cümle.

Bana göre bu cümleler ikiye ayrılıyor. "Keşke+olumlu di'li geçmişin şartı" ve "keşke+olumsuz di'li geçmişin şartı". Yani "keşke yapsaydım" ve "keşke yapmasaydım" gibi..

Bazen karar anları çıkar karşımıza. Fırsattır belki alacağımız cesur bir karar, belki de fırsat olmamakla beraber sahip olduklarımızı da alıp götürecektir. Sonuçlarını kestiremediğimiz kararlar.. İnce eler, sık dokuruz. Düşün düşün bir hal oluruz. Ve bir seçim yaparız. Bu seçim sonucunda ya pişman olma riskini göze alırız ya da bu riski göze almamaktan doğan hayıflanma duygusuna kapıları açarız.

Hayıflanmanın kelime anlamı, "kaybedilen bir fırsat için üzülmek". Tabii ki TDK bu üzüntünün derinliği ve süresi hakkında bir öngörüde bulunamıyor. Ancak o fırsatı kaybettiğiniz anda bir daha geri getirememek, zamanı geri döndürememek bu duyguya sonsuza dek hayat vermez mi? Zaman geçtikçe daha çok yargılamaz mıyız kendimizi? Bilinmezlik, merak duyguları kemirmez mi beynimizin ucra köşelerini? "Ya yapsaydım"ın cevabını arar dururuz içimizde, bulamayacağımızı bile bile.

Pişman olmak da dünyanın en güzel duygularından biri değildir. Hatta hiç değildir. TDK diyor ki, "yapılan işin yanlış sonuç verdiğini görmek". Yapmışızdır, kötü sonuçla karşılaşmışızdır, belki de kaybetmişizdir elimizdekileri. Can sıkar ama hiç olmazsa nettir. Neyin ne olduğu önümüzdedir. Merak, kuşku gibi kavramlara yer yoktur. Üstüne üstlük bu netlik yitirilenlerin geri kazanımında da faydalı olabilir.

Tabii ki burdan pişman olmak her zaman için hayıflanmaktan daha iyidir anlamı çıkarılmamalı. Tamir edilemeyecek hasarlar da meydana gelebileceğinden, eylemsiz kalmak da gayet doğru bir tercih olabilir. Eylemsiz kalmak zordur evet, ama hayat da zor değil mi zaten?

Pişman olmakla, hayıflanmak arasındaki farkı dershane hocamız öğretmişti. çok hoşuma gitmişti o zaman, nedendir bilmem. Çok gerçekti, yaşamın içindendi o yüzden belki de. O gün bugündür, bir terazi kurdum kafamda. Terazinin gösterdiği değeri "zaman geri gelmiyor" süzgecinden geçirip, ileride "keşke"ye dönüşmeyeceğini umarak hareket ediyorum. Keşke'ler artsa da, varsın artsın, önemli olan içim rahat olsun..

13 Ağustos 2010 Cuma

Ah o eski zamanlar..

Geçmiş neden hep daha güzel gelir insana?

Ah o eski günler demez miyiz hep?

Ya nerde eski ramazanlar?

Ya da lisedeki kafayla ilkokul okumayı hanginiz aklından geçirmedi?

Üniversite öğrencileri için lise hayatı bambaşka değil mi?

90'lar pop gibisi yok demiyor muyuz?

Veya facebook'ta 90'larda çocuk olmak videosunu paylaşmıyor muyuz durmadan?

Geçen sene daha çok eğlenmiyor muyduk?

Ben bütün bu ve bu gibi soruların altına imzamı atarım. Sık sık da kullanırım üstelik. Ama gerçek şu ki geçmiş her zaman tatlı gelir insana. Yaşanmışlık duygusu ve bir daha o anları yaşayamayacak olmamız eskiye özlem yaratır hep. Özlemek ki bana göre bir insanın yapabileceği en kolay eylem, en kuvvetli duygu, en büyük zaaf.

Aslolan şimdidir. Bu soru kalıplarını kullanırken unutmamalıyız bunu. İlerde özleyeceğimiz zaman da şimdidir. Zamanın, yaşadığımız anın kıymetini bilmeli. Üzüntü de bunun bir parçası, sevinç de, beğeni de, istek de, arzu da. Hepsi şimdinin bir parçası. Ve ilerde, çok değil belki bir hafta, belki bir ay sonra, hafif bir tebessümle hatırlanacak bu şimdiki zaman, acısıyla tatlısıyla..

Geçmişi özlerken, anı kaçırmayalım. Gelecek zaten gelecek :9

10 Ağustos 2010 Salı

:9

Her şey yaklaşık 7 sene önce başladı. MSN Messenger(=msn), Türkiye'de yeni yeni moda olmuş, bizse liseye yeni girmiş gençler olarak her gece msn başındayız. Toplu konuşmalar olsun, ertesi gün 'Nasıl da sabahladık msn'de?' sohbetleri olsun çok moda.--hala moda değil mi? :9

O günlerden bir gece arkadaşım bir espri yaptı, bense ":)" (shift'e basılı tutmak gerekiyor iki karakter için de) yerine yanlışlıkla ":9" yaptım. Arkadaşım espritüeldi biraz, bir iki espri daha yaptı. Ben yine, yorgunluktan olsa gerek, :9'la karşılık verdim. Niye böyle güldüğümü sorunca da "shift tuşum bozuk, iki kere üst üste basmıyor" gibi yaratıcılıktan çok uzak bir cevap verdim ancak kendisi nasıl olduysa inandı. O inanınca bozmadım ben de. Bir iki kişiye daha ":9" yazıp, aynı bahaneyi öne sürdüm, gerçekten inanılası mı diye. Öyleymiş! :9. Birkaç gün böyle geçti, bense bu arada gülen sarı ifadeleri sevmediğimi, ":9"unsa dil çıkararak gülen adam'a benzediğini farkettim. Sevdim ":9"u.

Aradan aylar geçti, yıllar geçti. Ben ":9"dan başka ifade kullanmaz oldum.
İnsanlar doğal olarak ilk başta şaşırıyorlar, ben onlara ":9" yazıp gönderdiğimde. Bazen anlatıyorum uzun uzun, bazen de gizemin verdiği çekicilik korunsun diye geçiştiriyorum. Aslında hoşuma da gidiyor. Bana ait olan bir şey, beni hatırlatan bir şey. Çok çok uzaklarda olsam iki tane nokta, bir tane dokuz beni hatırlatacak diye düşünüyorum. Çok duygusalım belki de :9

Şiir denemesi-1

Lise zamanından bir şiir denemem. Aslında deneme demek istemiyorum. Herkesin kendi hissettiği, onun şiiridir. Ama yine de bu konuda çok iddialı olmamak adına deneme diyorum, o zaman hissettiklerimi yazıya aktarabildiğim kadar.. :9

Keşke her günüm böyle başlasa
Her sabah geç kalksam istemeden
Geç insem Üsküdar'a
Oradan vapurla Beşiktaş'a...
Vapurda soğuk havada dışarı otursam
Elimde kahvaltı niyetine kuru simit
Her zamanki gibi seni düşünsem yine...
İçimi huzurla birlikte bir endişe kaplasa
Korku belki de..Kaybetme korkusu..
Sahip olamadığım seni,
Kalbime dokunan gözlerini...
Kalabalık iskeleye insem,yürüsem efkarlıca
Atamadan içimdeki düşünceleri;
Düşünceyi değil-Seni!
Adımlarım hızlansa ve bir anda yavaşlasa ve dursa...
Seni görmüş olsam ansızın
İçimdeki sen yine şımartılsa senin tarafından
Yine esiri olsam umutsuz bekleyişin..
Onun mutluluğu bile yeter bana
Bana ve içimdeki sana.


Özgür Z.

Neden blog açtım?

Önce biraz kendimden bahsedeyim. 16 Haziran 1989'da Üsküdar'da doğdum. İlkokulu Hasan Tan İlköğretim Okulu'nda, liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde okudum. Şu anda ise İstanbul Teknik Üniversitesi'nin İşletme Mühendisliği Bölümü'nde 3. sınıf öğrencisiyim.

Her ne kadar ilköğretim insanların temelini atsa da, lise benim hayatımı yönlendiren, şekillendiren ana unsurdur. Belki de herkes için öyle. Çocuk olarak girdiğimiz bir yerden, yetişkin olarak çıkıyoruz. Bu arada tüm görüp geçirdiklerimiz bizi büyütüp, hayata hazırlıyor. Bu eğitimi alabileceğim en iyi yerlerden birinde aldığım için ise kendimi başarılıdan çok şanslı görüyorum. Şu anda okuduğum bölümü ise insanın kendisini geliştirmesine yardımcı olan ve sosyal yanını işin içine katan bir bölüm olduğu için olmam gereken yer diye adlandırabilirim.

Peki neden blog açtım? Doğum yeri bilgisi, okul bilgisi, aldığı notlar, çalıştığı yerler.. Bir kişi hakkında bunları bilmek isterseniz kolay bir şekilde elde edebilirsiniz. Ancak herkesin gerek kendi hakkında, gerek çevresi hakkında, bazen de hiçbir şey hakkında söyleyecekleri vardır. Ben de paylaşmaya değer gördüğüm yazı olsun, şiir olsun, alıntı olsun.. içimden gelenleri paylaşmak istedim. Umarım paylaştıklarım hoşunuza gider.

Sevgiler.